Onlar kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir ümmetten daha fazla doğru yolu tutacaklarına dair var güçleriyle yemin etmişlerdi. Ama onlara uyarıcı gelince bu sadece (haktan) uzaklaşmalarını arttırdı. (Fâtır Suresi 42. Ayet)
Cahiliye dönemi
Cehl kökünden türetilmiş olup sözlüklerde bu kelimeye ilmin zıddı olarak genellikle “bilgisizlik” anlamı verilir.
İslamî dönemde ortaya çıkmış bir terim olan cahiliye kavramı; gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadislerde Arapların İslam’dan önceki bazı inanç, tutum ve davranışlarını İslamî devirdekinden ayırt etmek için kullanılmıştır.
Arapların İslam’dan önceki dönemine “Cahiliye” veya “Cahiliye çağı” (asrü’l- cahiliyye), o dönemde yaşayan şairlere de “Cahiliye şairleri” (şuarâü’l-câhiliyye) denilir.
Mekke’nin stratejik konumu
Mekke şehri, Arap yarımadasının kuzey-batısında, Hicaz bölgesinde, Batn-ı Mekke (Bekke) adı verilen bir vadi üzerinde kurulmuştur. Döneminde Hicaz’ın en önemli şehridir.
Ortaçağ İslam coğrafyacıları eserlerine, genel olarak Arap yarımadasını, özel olarak da Mekke’yi anlatarak başlarlar.
Mekke ve yakın havzası; coğrafî konumu, oldukça sıcak ve kurak iklimi, su kaynaklarının yetersizliği ve bunlara bağlı tabii olumsuzluklar, Ka‘be dışında önemli bir kutsala sahip olmaması gibi sebeplerle büyük istila hareketlerine maruz kalmamıştır. Öyle ki Roma, Bizans, Pers ve uzantısı Sâsânî imparatorlukları ve Makedonyalı İskender; Suriye, Irak, Mısır, Habeşistan ve Yemen topraklarında uzun yıllar hüküm sürdükleri halde Mekke ve çevresine iltifat etmemiştir.
Yemen, Asur, Sümer, Mısır gibi kadim, Bizans ve İran gibi muasır medeniyet havzalarına coğrafi bakımdan yakın olmasına rağmen bu medeniyetlerle -zikredilen sebeplere bağlı olarak- beklenen dinî-kültürel etkileşime giremeyen Mekke toplumu 7. yüzyılın hemen başlarında bir “cahiliye dönemi” yaşıyordu.
Şehir, takriben M.Ö. 1800’lü yıllarda inşa edilen Ka‘be sayesinde Yarımada’da Araplar tarafından bilinen ve benimsenen bir konuma yükselmiş, bölgenin adeta dinî merkezi olmuştur. Çevresinde kurulan panayırlar, diğer din ve kültürlerle belli oranda etkileşimi sağlasa da geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan Kureyş için bu etkileşim dünya görüşlerini ve varlık tasavvurlarını değiştirecek nitelikte ve düzeyde değildi.
Peygamber kavramı
Peygamber kelimesi Farsçada “haber, mesaj” anlamındaki “peyğam/piyğam” ile “götüren, ileten” anlamındaki “ber” sözcüklerinden oluşan bir tamlamadır. Buna göre peygamber; haber götüren, haber ileten kişi manasına gelir.
Istılahta “Allah'tan vahiy yoluyla aldığı bilgileri ve emirleri tebliğ etmek ve muhataplarını hak dine çağırmakla görevlendirilen yüksek vasıflı kimse” için kullanılır. Arapçadaki eş anlamlısı ise “rasûl” veya “nebi” kelimeleridir.
Cahiliye dönemi, İslamiyet sonrasının iyi anlaşılabilmesi için çok yönlü araştırılması gereken önemli bir periyottur. Öyle ki İslam dininin inanç, ahlak, muamelat ve ibadetle ilgili esaslarının Cahiliye dönemi tetkik edilmeden anlaşılabilmesi neredeyse imkansızdır.
“Kureyş'in peygamber beklentisi” başlığı tam olarak bu noktada tebarüz eder. Vahyin ilk muhatabı olan Kureyş toplumunun peygamber beklentisiyle ilgili bilgi sahibi olmadan, onların Hz. Peygamber'e olan yaklaşımlarını değerlendirmek oldukça güçtür.
Mekke ve çevresinde Peygamber algısı
Cahiliye evresi Kureyş toplumu, Allah-evren-insan ilişkilerini putlar üzerinden kurgulayan politeist bir topluluktur. Buna göre Allah mutlak yaratıcı kabul edilse de varlıklar alemindeki tasarruf yetkisini putlara tevdi etmiştir. Çünkü o, varlık aleminden uzak bir noktaya çekilerek kullarının kendisine ulaşmalarını zorlaştırmış, böylece kendisi ile kulları arasında aracılık yapacak varlıklara ihtiyaç duyulmuştur. Böylece Cahiliye Arap toplumu ve onun merkezinde yer alan Kureyş, inandıkları tanrı ile iletişim kurmak ve ihtiyaçlarını ona arz etmek üzere kapsamlı bir putperestlik geleneği inşa etmiştir. Putlara gösterilen tazim, çekilen fal okları, onlara adanan adaklar ve sunulan hediyeler bunun birer tezahürü olarak değerlendirilebilir.
Kureyşliler dünya görüşleri ve varlık tasavvurlarını büyük oranda belirleyen pagan inanca bağlı olarak, kavramsal anlamda bir peygamber arayışına girmemişlerdir. Çünkü kurdukları sistemde böyle bir kişiye ihtiyaç duymamaktadırlar. Onların, aşkın varlıklar ve gayb ile alakalı hususlarda putları, putlarla bağlantılı olduklarını düşündükleri kahinleri ve cinlerle ilişkisi olduklarına inandıkları şairleri dikkate aldıkları söylenebilir.
Kureyş'in peygamber beklentisi hususunda Mekke şehrinin coğrafi konumunun da belirleyici olduğu görülür. Buna göre şehrin jeo-stratejik konumu, olumsuz iklim özellikleri ve buna bağlı elverişsiz hayat şartları yakın havzasında yer alan Sümer, Babil, Mısır, Helen ve İran medeniyetleri ile dini ve kültürel etkileşimini sınırlı kılmıştır.
Hz. İbrahim ve İsmail dönemleri (M.Ö.1800) ile putperestliğin Suriye üzerinden ticaret yoluyla şehre girdiği M.S. 3. yüzyılın ilk çeyreği göz önüne alındığında bu tespitin doğru olduğu anlaşılır. Kaynaklara göre Hz. Peygamber, İsmail'in dinini değiştiren ve Ka‘be'ye putları diken kişinin Huzaalı Mekke lideri ‘Amr b. Luhay olduğunu haber vermiştir. Ancak buradan hareketle Mekke şehrinde Amr'dan önce, gerçek hayatta tevhidin hüküm sürdüğünü söylemek oldukça zordur. Hz. Peygamber burada “İsmail'in dini” derken muhtemelen İsmail peygamberden izler, hatıralar taşıyan çeşitli inanç, örf ve gelenekleri kastetmiş olmalıdır.
Hülasa; gerçek hayatta İbrahimî geleneğin inanç, ahlak, ritüel ve müessese boyutuyla etkileri sürse de uzun yüzyıllar uğradığı tahrifat sebebiyle Allah, evren ve insan karşısındaki duruşunu kaybeden Kureyş toplumu dinin ana çatısını oluşturan pek çok değerden de uzaklaşmıştır. Nübüvvet müessesesi bunlardan birisidir. Aslında sözlü kültürün, örf ve adetlerin hâkim olduğu; yazılı kültürün şiir, siyasi anlaşma, hilf, eman vb. alanlara hasredildiği, okuma-yazma oranının çok düşük olduğu Mekke'de, nübüvvet gibi doğru bilgi ve kültürel arka plan isteyen teolojik bir konuda cehalet yaşanması normal bir durumdur.
Mekke ve çevresinde Peygamber beklentisi
İslami literatürde “Beşâirü'n-Nübüvve, A‘lâmü'n-Nübüvve, Delâilü'n-Nübüvve” kavramlarıyla karşılığını bulan peygamber beklentisinin, Kitâb sahibi oldukları için daha çok dönemin Yahudi ve Hristiyanları nezdinde oluştuğu görülür.
Bununla birlikte Hristiyan olsun ya da olmasın Tevrat ve İncil okuyabilen veya konuyla ilgili kutsal kitaplarda yer alan malumatı ekseriyetle ticari faaliyetler çerçevesinde Yarımada'nın farklı yerlerindeki rahip ve kahinlerden işiten Mekkelilerin ve Mekke çevresinde yaşayan Arapların böyle bir beklenti içerisinde oldukları kaynaklardan anlaşılmaktadır. Mesela İbrahimî dine vakıf olmak amacıyla Mekke'den Suriye istikametine sefere çıkan Kureyşli Varaka b. Nevfe1 ve Zeyd b. ‘Amr nübüvvet kavramına ve ahir zaman nebisi hakkındaki bilgilere bu kültür havzasında ulaşmışlardır.
Mekke’nin kuzey ve güneyine tekabül eden önemli yerleşim birimlerinde bir peygamber beklentisinden bahsedilebilir. Tevrat ve İncil okuyabilen Taifli tanınmış şair Ümeyye b. Ebi's-Salt bu hususta en bilinen örnektir. O, bir sohbet esnasında yakın dostu Ebû Süfyan'a 'ahir zaman nebisinin vasıflarının kutsal kitaplarda geçtiğini, zannınca onun yaşadıkları topraklarda ortaya çıkacağını, hatta bu kişinin Abdümenafoğulları bünyesinden çıkacağını, Utbe b. Rebia dışında bu sıfatı haiz bir kimse göremediğini fakat onun kırk yaşını geçmesine rağmen hala kendisine vahyedilmediğini' söylediği kaynaklarda geçmektedir. Ebû Süfyan kendisine, Muhammed b. Abdillah'ın peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığını haber verince Ümeyye, ona iman etmesini Ebû Süfyan’a tavsiye etmiştir. Ebû Süfyan, kendisinin niçin bunu yapmadığını sorduğunda ise Ümeyye ona: “Sakif kadınlarının, Abdümenafoğullarından bir gence tabi olduğunu işitecek olmalarından utanç duyacağını” söylemiştir.
Ebû Süfyan ve Ümeyye b. Ebi's-Salt hakkında; ticari maksatla Suriye taraflarına gittikleri ve Şam'ın güneyinde ikametleri esnasında buradaki Hristiyan bir bilginden “ahir zaman nebisi” hakkında bilgi aldıkları şeklinde bir rivayet daha vardır. Rivayetin devamında bu bilgilenmeye rağmen Hz. Peygamber’in zuhurundan sonra Ümeyye, Ebû Süfyan’a sadece Sakif kabilesinden gönderilecek bir peygambere iman edebileceğini söylemiştir.
Meşhur hatiplerin yetiştiği Iyad kabilesinin bir ferdi olan ve Hanif olduğu bilinen Kuss b. Saide'nin Ukaz'da irad ettiği hutbe de bu başlık altında ele alınabilir. Buna göre Kuss, Hz. Peygamber ile Ebû Bekir'in de hazır bulunup dinlediği hutbesinde tevhide vurgu yapmış ve bir nebi beklentisi içerisinde olduğunu açıkça dile getirmiştir. “Allah'ın bir nebisi var ki zuhuru çok yakın, sanki gölgesi üzerinize düşecek. Kendisine inanan ve hakikat yolunu bulana ne mutlu! Ona karşı gelerek isyan eden bahtsız kişiye ise ne kadar yazık!”
Onun Necran civarında hayatlarını idame ettiren Iyad kabilesi mensubu olması, meşhur hutbesinde bahsettiği son peygamber hakkında Necran Hristiyanlarından daha önce bilgi edinmiş olabileceğini akla getirmektedir.
Hz. Peygamber’in Yakın Akrabaları Bir Peygamber Bekliyor muydu?
Bu konuda da rivayetlere müracaat etmek gerekiyor:
Yemen'in yeni hükümdarı Seyf b. Zî Yezen'i ticari bir heyetle birlikte tebrik etmeye giden Abdülmuttalib'in yaşadıkları bu başlıkta değerlendirilebilir. Buna göre bilge hükümdar Seyf, Kureyş'in ileri geleni olan Abdülmuttalib ile birkaç kez sohbet ettikten sonra yanında muhafaza ettiği bir Kitâbı referans göstererek kendisini ailesinden zuhur edecek bir peygamber ile müjdelemiş ve onu Yahudilerden korumasını tavsiye etmiştir.
Abdülmuttalib, zaman zaman torunu için tekrarladığı “Oğlumu (rahat) bırakın! Vallahi onun hali, şanı yüce olacaktır.” ve “Onun, hiçbir Arap'ın ulaşamayacağı bir şerefe ereceğini ümit ediyorum!” sözleriyle belki de hükümdarın kendisine bahsettiği bu hususa atıfta bulunmuş olabilir.
Necran üskufunun (hıristiyanların dini lideri) Hz. Peygamber hakkındaki teşhisi rivayetler arasındadır. Buna göre Abdülmuttalib, dostu olan Necran üsküfü ile Hicr'de oturuyorken üsküf, ahir zaman peygamberinin sıfatlarını kitaplarında bulduklarını, doğum yerinin ise Mekke olduğunu haber verdi. Bu esnada Hz. Peygamber yanlarına çıkageldi. Üskuf onun gözlerini, sırtını ve ayaklarını inceledi ve “İşte, bu odur!” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına şunları söyledi: “Kardeşinizin oğlunu iyi koruyun! Hakkında söylenilenleri duymuyor musunuz?”
Araplarda akrabalık bağlarının ileri seviyede olduğu bilinmektedir. Ancak boykot yıllarında (M.617-619) çoğu müşrik olduğu halde Haşim ve Muttalib oğullarının Hz. Peygamber'i canları pahasına üç yıl boyunca koruyarak müşriklere teslim etmemeleri akrabalık bağlarını da aşan bir hal almıştır. Bu durum belki de Abdülmuttalib'in, torununun üzerine adeta titremesi ve onun korunup kollanmasına yönelik sarf ettiği hafızalardan silinmeyen tembihleri ile izah edilebilir. Bununla birlikte Haşim ve Muttalib oğullarından pek çoğu Mekke döneminde Müslüman olmamıştır. Anlaşılan nebevi geleneğe sahip din ve kültür havzalarından nübüvvete dair edindikleri bilgi ve duyumlara rağmen genelde Kureyş toplumu özelde ise yakın akrabaları Hz. Peygamber'in nübüvvetini tam anlamıyla idrak edememiştir.
Kâhinlerin nübüvvet konusunda kehanetleri söz konusu mudur?
Rivayetlerde kâhinlerin de onun nübüvveti hususunda bilgi sahibi oldukları geçmektedir. Örneğin Hz. Peygamber beş yaşında iken Mekke'ye bir kâhin gelmiş, Abdülmuttalib'in yanında torununu görünce onu dikkatle inceleyip: “Ey Kureyş topluluğu! Şu çocuğu öldürün, çünkü o sizin topluluğunuzu bölecek ve sizi öldürecek!” demiş, bunun üzerine dedesi torununu hızla oradan uzaklaştırmıştı. Bu noktada kahinlerin ya Ehl-i Kitâb'a ya da meleklerden kulak hırsızlığı yoluyla son peygamber hakkında bilgiler edinen ve bunları kendilerine ulaştıran cin taifesine dayanarak bu gibi yorumlarda bulundukları varsayılabilir.
Ezdü Şenue kabilesine mensup bir aifin (kuş uçurarak ya da iz sürerek kehanette bulunan kişi) tespiti bu noktada önemlidir. Rivayete göre Ebû Talib çocuk yaştaki yeğenini falına bakması için bu aife götürdü. Aif, ona baktıktan sonra bir başka şeyle ilgilendi. Bir süre sonra onu tekrar görmek istedi ve “Biraz önce gördüğüm çocuğu yanıma getirseniz ya! Vallahi gelecekte onun şanı mutlaka yüce olacaktır!” dedi. Ancak Ebû Talib onun bu ısrarlı tutumu üzerine tedirgin oldu ve yeğenini derhal oradan uzaklaştırdı.
Allah Rasûlü’nün nübüvvetine dair sahabenin duyumları
Hz. Peygamber'in nübüvvetine dair sahabenin duyumlarını içeren bazı rivayetler mevcuttur. Örneğin Hz. Ebû Bekir, Şam tarafına yaptığı ticari yolculukta gördüğü bir rüyayı rahip Bahira'ya anlatmış, rahip ona doğup büyüdüğü yeri sormuş, aldığı cevap üzerine rüyasını “Allah bu rüyanı doğru çıkaracak ve kabilenden bir peygamber gönderecek. Sen, o peygamberin sağlığında veziri, ölümünden sonra ise halifesi olacaksın!” şeklinde yormuştur. Hz. Peygamber davete başladığında Hz. Ebû Bekir ona: “Ey Muhammed! Bu konuda bir delilin var mı?” diye sormuş, bunun üzerine “Şam'da görmüş olduğun rüya!” yanıtını almıştır.
Rüya: Hz. Ebû Bekir, rüyasında ayın Mekke üzerine indiğini, parçalanarak şehrin bütün evlerine dağıldığını, sonra da birleşerek kendi evine girdiğini gördü.
Yine o, Yemen'e gerçekleştirdiği ticari bir sefer esnasında Ezdli bir rahibin ahir zaman peygamberi ile ilgili söylediklerini dinleme fırsatı bulmuştur.
Bir diğer rivayet Talha b. Ubeydullah'la ilgilidir. Buna göre Talha, ticari gayeyle Busra panayırında bulunuyorken bir rahip, oradakilere “İçinizde Harem halkından birisi var mı?” diye sordu. 'Ben!' deyince bu kez ona 'Ahmed ortaya çıktı mı?' şeklinde bir soru yöneltti. Talha: 'Hangi Ahmed?' diye taaccüp ettiğinde rahip: 'Ahmed b. Abdillah b. Abdilmuttalib. O, Mekke'de zuhur edecek ve nebilerin sonuncusu olacak. Buradan hurmalık, taşlık ve kıraç bir yere hicret edecek. Sana acele ona varmanı tavsiye ederim!' dedi. Talha bu hadisenin etkisiyle şehre varır varmaz yeni bir gelişme yaşanıp yaşanmadığını sordu. Ona, Hz. Peygamber'in nübüvvetini açıkladığı, Ebû Bekir'in ise ona iman ettiği haber verildi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ile görüşerek rahibin sözlerini ona haber verdi. Sonra da Hz. Peygamber'in huzuruna varıp Müslüman oldu ve duyduklarını kendisine anlattı.
Hz. Osman'ın Müslüman oluşu da ilginç bir rivayete dayandırılır. Buna göre o, Hz. Peygamber'e gelerek şunları söyledi: “Arkadaşlarım ve ben Şam topraklarında, Ma'ân ile Zerka arasında dinleniyor iken birisinin yüksek sesle: 'Ey uyuyanlar, uyanın! Mekke'de Ahmed ortaya çıktı' dediğini işittik ve bu nedenle kendimizi senin yanına gelmek zorunda hissettik.” Hz. Osman bu sözlerin ardından Müslüman oldu.
Fakat geleceğe dair kaynaklarda geçen bu ve benzeri rivayetlere temkinle yaklaşmakta fayda vardır. Zira bu gibi rivayetlerde; diğer semavi dinlere karşı Hz. Peygamber’in nübüvvetine delil olmak üzere uydurulma ya da çarpıtılma ihtimalinin olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Üstelik bir hadise göre Hz. Ebû Bekir dışında herkes İslam’a girme noktasında düşünmüş, işi ağırdan almış; sadece Ebû Bekir tereddütsüz iman etmiştir.
Rahip Bahira gibi bilginlerin Peygamber Efendimiz’in nübüvvetini açıkladıktan sonra iman ettikleri biliniyor mu?
Rahip Bahira olayı meşhurdur. Ancak o yaşı sebebiyle Hz. Peygamber’in nübüvvetine erişememiştir. Erişseydi, hakkındaki rivayete dayanarak Müslüman olacağını öngörebilirdik.
Bununla birlikte Müslüman olan ehl-i kitap mensupları vardır. Bunların başında bir hıristiyan olan Varaka b. Nevfel gelmektedir.
Taif dönüşü zor durumdaki Hz. Peygamber'e üzüm ikram eden Hristiyan köle Addas'ın Müslüman olması, M.620’de altı Hazreclinin AKa‘be'de Medine Yahudilerinden zaman zaman işittikleri nebi kavramını anlamlandırarak Müslüman olmaları,
Yine Medine’li yahudi alimlerden Abdullah b. Selam ve Muhayrık’ın Tevrat’ta ahir zaman nebisi hakkında geçenlere dayanarak Müslüman oldukları biliniyor.
Hz. Peygamber’in bi’setinden önce Şam diyarından Medine’ye gelip yerleşen yahudi alimi İbn Heyyiban’ın vefatı sırasında, Medine’ye ahir zaman nebisinin yurdu olacağı için geldiğini ve ona iman ettiğini söylemesi de anlamlıdır. Son olarak İran’da mutaassıp bir Zerdüşt iken hıristiyan olup Şam topraklarına göç eden, burada hizmet ettiği rahiplerden Hicaz bölgesinde zuhur edecek ahir zaman peygamberini işiterek Medine’ye kaderin bir cilvesi köle olarak gelen Selman-ı Farisî’nin peygamber beklentisi de bilgiye dayanır.
Necaşi Ashama'nın Cafer'in savunmasını dinledikten sonra Hıristiyan teolojisine dayanarak yaptığı kritikte Hz. Peygamber’in bir resül olduğunu anlaması;
Ehl-i Kitâb’ın ahir zaman nebisi kavramına yabancı olmadığının ve bir peygamber beklediğinin göstergesidir.
Kureyş Müşriklerinin Nübüvvet Hususundaki Tavrı
Kaynaklar tetkik edildiğinde Kureyş’in kendine has bir bilgi, birikim ve kültürel arka plana dayanarak -Yahudi ve Hristiyanların bekledikleri gibi- bir peygamber bekledikleri söylenemez. Bu hususta kuzey ve güneyde ticari faaliyetler esnasında farklı din ve kültür havzalarından edindikleri birtakım duyumlar ise az sayıda rivayete konu olmuştur.
Bu rivayetlerden anlaşılan şudur; Kureyş bir peygamber beklentisi içerisinde değildir. Onlar, Ehl-i Kitâb’tan edindikleri peygamber imajını ve Ehl-i Kitâb’ın diğer dini kavramlarını Hz. Peygamber ve getirdiği vahiy ile kıyaslamışlardır.
Meselenin daha anlaşılabilmesi için birkaç örnek vermek yerinde olacaktır.
Gün geçtikçe vahyin daha çok tesirinde kalan Ebû Uhayha: “O, gökyüzünden konuşuyor!” demeye başlamıştı. Bunun üzerine Nadr b. el-Haris yanına geldi ve övdüğü kişinin, Kureyş'in putlarını yerdiğini, atalarının ise cehennemlik olduklarını söylediğini ona haber verdi. Ebû Uhayha birden tavır değiştirerek: “Gerçekte Muhammed'in getirdiği
şeylerin bir benzerini daha önce duymadık! Böyle bir şey Yahudilik ve Hristiyanlıkta da mevcut değil!” demiş, böyle vahiy ile diğer semavi dinleri karşılaştırmıştır.
Eşraftan Abdullah b. Zibara es-Sehmi ise konuyu farklı bir boyuta taşımıştır. Hz. Peygamber bir gün Hicr'de oturan müşriklerin yanına giderek Enbiya süresi 98 ila 100. ayetlerini okudu, sonra buradan ayrıldı.
“Şüphe yok ki siz ve Allah’tan başka taptığınız tanrılar cehennem yakıtısınız, hepiniz oraya gideceksiniz. Onlar tanrı olsalardı cehenneme gitmezlerdi. Oysa hepsi orada ebedî kalacaklardır. Orada onlara sızlanıp inlemek düşer. Onlar orada başka bir şey işitmezler.”
Biraz sonra bu meclise gelen Abdullah b. Zibara oradakilerin mahzun olduklarını görünce, Hz. Peygamber'i oraya davet etti ve şöyle bir akıl yürüttü.
“İsa'nın bir nebi olduğunu söyleyip annesinden övgüyle bahseden sen değil miydin? Bildiğin üzere Hristiyanlar İsa'ya ve annesine tapınıyorlar. Yine Üzeyr ve meleklere de tapınılıyor. Sen, melekler ile İsa'nın iyi kullar olduklarını söylemiyor muydun? Beni Müleyh meleklere, Hristiyanlar İsa'ya, Yahudiler ise Üzeyr'e tapınırlar. Kaldı ki biz de meleklere tapınırız. Neticede bunların hepsi cehennemlik ise biz ve ilahlarımız onlarla birlikte cehennemde olmaya razıyız.” Orada bulunanlar bu sözler üzerine gülüştüler ve yeniden moral kazandılar.
Ancak bütün bu akıl yürütmelerin Hz. Peygamber'in nübüvveti sonrası vuku bulduğu unutulmamalıdır. Cahiliyede şiir, kehanet, hitabet, Eyyam-ı Arab gibi önem verdikleri hususlarda edebi ürünler ortaya koyan Kureyşlilerin, nübüvvet kurumu ve onun son temsilcisi söz konusu olduğunda sessiz kalmaları aslında onların bir peygamber beklentisi içerisinde olmadıklarını gösterir.
Kaldı ki Hz. Peygamber'in kendisi de vazifesi hakkında net bir bilgiye sahip değildi. O, ilk vahye muhatap olduğu meşhur hadisenin dönüşünde kendisini aramak için adam gönderdiğini söyleyen eşi Hatice'ye “uzaktaki (aranan) kişinin muhakkak bir şair ya da mecnun/cinlenmiş” olduğunu söylemiştir. Onu, vazifesi ve mahiyeti hakkında Varaka b. Nevfel'in bilgilendirdiği ise kaynaklarda sarahaten geçmektedir.
Gelinen noktada kureyş toplumu ile Ehl-i Kitâb'ı da mukayese etmek gerekir. Şöyle ki; Kur’ân'da, Ehl-i Kitâb'ın Allah katından bir Kitâb ve bir peygamber beklediği, onu öz oğullarını tanıdıkları kadar yakından tanıdıkları (el-Bakara 2/101,146; el- En‘am, 20; es-Saf, 61/6), hatta kendi peygamberlerinin onu ismiyle müjdelediği geçmektedir. Yine onlar, bekledikleri peygamber gönderilmesine rağmen ona inanmamakta ısrar ettikleri için açıkça kınanmışlardır. Buna kıyasla eğer Mekkelilerin Cahiliye döneminde böyle bir beklentisi ve söylemi olsaydı, fakat o peygamber geldikten sonra ona iman etmeselerdi bununla ilgili ayetler nazil olur ve bu tutumları sebebiyle eleştirilirlerdi. Ya da Müslüman olan Yahudi alimi Abdullah b. Selam ile Medineli Yahudilerin aralarında çıkan tartışmanın bir benzerinin Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında vukuu beklenirdi.
Bazı müfessirler (Taberi, Zemahşeri) Fatır süresi 42. ayetinin zahirine bakarak Mekke müşriklerinin bir peygamber bekledikleri sonucuna varmışlardır.
“Onlar kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir ümmetten daha fazla doğru yolu tutacaklarına dair var güçleriyle yemin etmişlerdi. Ama onlara uyarıcı gelince bu sadece (haktan) uzaklaşmalarını arttırdı.”
Ancak bazı ilk dönem İslam tarihi kaynakları incelendiğinde müşriklerin bu hususta Ehl-i Kitâb ve farklı kültürlerden beslendikleri anlaşılır. Ayetin nüzul sebebi İslam tarihi kaynaklarından Belazüri ve İbnü’l-Esir’de şöyle geçer:
“Nadr b. el-Haris, Hz. Peygamber'i yalanlama ve ona eziyet etme noktasında Kureyş'in en ileri gideniydi. O, çeşitli kıssalar bilirdi. Farslıların kitaplarına hakimdi. Yahudi ve Hristiyanlarla da temas halindeydi. Ne zamanki bir peygamberden bahsedildiğini ve onun gönderiliş zamanının yaklaştığını (kitap ehlinden) işitti, yemin ederek şunları söyledi: 'Vallahi, eğer bize bir nezir/uyarıcı gelirse, biz elbette herhangi bir ümmetten daha çok hidayete tabi oluruz!' Bunun üzerine Fâtır 42 nazil oldu”.
Rivayet üzerinden değerlendirmek gerekirse Nadr, Ehl-i Kitâb ile olan yakın ilişkileri neticesi bu kesimin beklediği peygamber hakkında az da olsa bilgi sahibi olmuş, hatta ona uyma noktasında ayete konu olan bir heyecana kapılmıştır.
İlk dönem müfessirlerinden Mukatil b. Süleyman'ın Nadr b. el-Haris hakkındaki ilk söylenilen rivayeti görmediği anlaşılmaktadır. Çünkü o, bu ayeti herhangi bir sebeple ilişkilendirmeden;
“Kureyş müşriklerinin bir uyarıcı beklentisi içerisinde oldukları fakat o uyarıcı kendilerine geldiğinde, ona ve davetine inanmayarak bu inkarlarında ileri gittikleri” şeklinde tefsir etmiştir.
Zemahşeri, ayeti Hristiyanlar ve Yahudiler üzerinden okumuştur. Buna göre Kureyş'e, Ehl-i Kitâb'ın peygamberlerini yalanladıkları haberi ulaşınca: 'Allah Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin! Onlara peygamberler geldi fakat onları yalanladılar. Yemin olsun ki şayet bize bir peygamber gelecek olursa bizi ona uymakta hiçbir topluluk geçemez!' demişler ancak Hz. Peygamber kendilerine gönderildiğinde onu yalanlamışlardır. Zemahşeri bu yorumunu herhangi bir kaynağa dayandırmamıştır.
Meşhur müfessir Razi ise Kureyş müşriklerinin yahudi ve hıristiyanları kınayarak böyle bir yemin etmelerini tarihi verilere uygun bulmaz.
Kureyş’in Hz. İbrahim ve Hz. İsmail hakkındaki tasavvurları
Kaynaklara göre Kureyş toplumu -aradan geçen uzun asırlar sebebiyle- onları birer peygamber olarak değil de Adnani Arap ırkının ve kültürünün necip ataları ve kurucu akılları şeklinde algıladıkları söylenebilir. Ka‘be'nin Miladi 605 senesindeki tamirinde, kutsal binanın iç duvarlarına Hz. İbrahim ve İsmail'in fal oku çeken iki ihtiyar şeklinde resmedilmeleri nübüvvetin arefesinde toplumun geldiği noktayı gösterir. Bu suretler fetih günü Hz. Peygamber'in talimatıyla silinmiştir.
Ancak Hz. İbrahim ve İsmail'in dini-kültürel kimliği hakkında her Kureyşlinin aynı şeyleri düşünmediği bilinmektedir. Zeyd b. ‘Amr b. Nüfeyl el-Adevi bunlardan birisidir. Onun, İbrahimi dini ararken verdiği tevhid mücadelesi sebebiyle Mekke'de yaşadığı sıkıntılar, Kureyş'in Hz. İbrahim ve İsmail'in miras bıraktığı dinle ilgili gerçekçi bir merak, çaba ve sahiplenme duygusuna sahip olmadığını gösterir.
Zaten toplumun bir peygamber bilgisi ve beklentisi olsaydı Hz. Peygamber'e gençlerin değil de bilgi, duyum ve tecrübelerine binaen daha çok yaşlıların ve orta yaşlıların inanmaları beklenirdi. Bütün bunlar aslında Yasin süresinin 6. ayetinde işaret edildiği üzere Kureyş'e vahiy ve nübüvvet kavramlarını unutturacak kadar uzunca bir süre Yüce Allah tarafından bir peygamber gönderilmediğini gösterir.
Müşrikler, Hz. Peygamber’den nübüvvetini ispat için çeşitli mucizeler göstermesini istemişlerdir. Bu durum onların bir peygamber beklediğine işaret eder mi?
İsra süresinin 90 ila 93. ayetleri bu bakımdan konuya ışık tutmaktadır. Buna göre Kureyş ileri gelenleri Hz. Peygamber'i Ka‘be'ye davet ederek, ona birtakım ithamlarda bulunduktan sonra nübüvvet görevini bırakması karşılığında bazı şeyler teklif ettiler. Hz. Peygamber'in verdiği cevap üzerine bu kişiler alaycı bir üslûpla; Mekke'nin darlığından, suyunun azlığından, geçim sıkıntısından bahsederek, ondan etraflarını sıkıştıran dağları açarak şehri genişletmesini, Mekke'de de Şam'ın nehirleri gibi nehirler akıtmasını, atalarından içlerinde doğru bir kimse olduğuna inandıkları Kusayy b. Kilab'ın da bulunduğu -ki ona Hz. Peygamber'in getirdiği vahyin hak mı batıl mı olup olmadığını sormak üzere- bazı kimseleri diriltmesini ve bunu Rabbinden istemesini talep ettiler. Bunların lehte şahitlik yapması halinde iman edeceklerini söylediler, ardından da İsra 90-93'te geçen isteklerini sıraladılar. (İsra 90-93: yerden bir kaynak fışkırtmasını, içerisinde şırıl şırıl akan hurma bahçesi ve üzüm bağı olmasını, gökyüzünden iddia ettiği gibi üzerlerine parçalar yağdırmasını ya da Allah ve melekleri karşılarına getirmesini, altından bir evi olmasını, gökyüzüne çıkmasını, okuyabilecekleri bir kitap indirmesini)
Rivayette geçen talepler, müşriklerin bir peygamberden neler istenebileceğini önceden bilmelerinden çok yaşadıkları çevre, hayat şartları ve sahip oldukları kültür ile alakalıdır. Dikkat edilirse Hz. Peygamber'den ihtiyaç ve özlem duydukları şeyleri talep etmişlerdir kibu tabii bir durumdur. Kur’ân'da diğer ümmetlerin de peygamberlerinden dönemin şartlarına göre birtakım mucizeler istedikleri ya da Allah'ın o toplumun önem verdiği hususlarda peygamberlerini çeşitli mucizelerle desteklediği geçmektedir.
Yine Mekkelilerin ticari münasebetler vesilesiyle uğradıkları Medine, Suriye ve Yemen'de Ehl-i Kitâb ile temasta bulundukları bilindiğine göre onların Hz. Musa ve Hz. İsa'ya dair çeşitli mucizelerden haberdar olmaları da mümkündür.
Kureyşlilerin burada iman etmek için mi yoksa alay etmek için mi böyle bir istekte bulundukları da ayrı bir husustur. Büyük olasılıkla onlar, Ehl-i Kitâb peygamberlerine dair işittikleri mucizeleri kendi şartlarına uyarlayarak Hz. Peygamber'den talep etmişler ve bunları gerçekleştiremeyeceğini hesaba katarak onu küçük düşürmek istemişlerdir.
Kureyş müşriklerinin, Hz. Peygamber'den bekledikleri anlamda mucizeler zuhur etmeyeceğini anladıklarında bu kez Ehl-i Kitâb'a müracaat ettikleri görülür. Bu bağlamda Hz. Peygamber'e farklı konularda sorular yönelterek onu zor durumda bırakmak istemişler fakat dini ve kültürel seviyeleri yeterli olmadığı için bunu Medineli Yahudiler üzerinden yapmaya çalışmışlardır (ashab-ı kehf, zülkarneyn ve ruh)
Hülasa; Kureyşlilerin, Hz. Peygamber'den mucize beklemeleri, onların bir peygamberden neler talep edileceğini bildiklerini ve bu bağlamda bir peygamber beklentisi içerisinde olabileceklerini tam olarak göstermemektedir.
Hülasa; bilgi kaynağı Ehl-i Kitâb olan birkaç Hanif dışında Cahiliye dönemi Kureyş toplumunun bir nübüvvet tasavvuruna ve bir peygamber beklentisine sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu hususta beklenti içerisinde olmak salt bilgi gerektirir. Bilgi ise ancak yazılı olduğunda kaydedilip muhafaza edilebilir ve böylece unutulmaktan ve tahrif olmaktan korunmuş olur. Bu sebeple sözlü kültürün hâkim olduğu, putperestliğin ise uzun yüzyıllar İbrahimî dini gölgelediği Mekke’de kavramsal anlamda bir nübüvvet bilgisi, idraki ve de beklentisinden bahsetmek mümkün gözükmemektedir.
Aksine Mekkeliler, yüzyıllar içerisinde şekillenen dünya görüşleri, varlık tasavvurları ve kurdukları pagan sistemin devamı için, kendisini yakından tanıdıkları Hz. Peygamber'i ve Allah'tan getirdiklerini inkâr etmeyi ve O’nunla mücadele etmeyi tercih etmişlerdir.