Cennetmekân Sultan II. Abdulhamid Han, 33 yıl süren saltanatının ardından 10 Şubat 1909 yılında Beylerbeyi Sarayında Hakk´a yürüdü. Vefatının sene-i devriyesinde rahmet ve minnetle anıyoruz.
Günlük yaşantısına erkenden yıkanıp namazını eda ettikten sonra Kur’an ve evrad okuyarak başlayan II. Abdülhamid’in dinî duygu ve yaşantısının samimi olduğu anlaşılmaktadır. Ömründe sadece böbrek hastalığına yakalandığı vakit Cuma namazını terke mecbur kalmış, sıhhati bozulduğu halde Ramazan orucunu bırakmamış olan Sultan’ın [Ali Said, Saray Hatıraları, haz. A. N. Galitekin, İstanbul 1994, s.32, 40, 41, 58] gizlice hacca gittiği de rivayet edilmiştir. [Hasan Abdulhay Kazzaz, el-Emnüllezi Neîşühû, Mekke 1989, s.391-92; Ö. F. Yılmaz, Belgelerle Sultan II. Abdülhamid Han, s.214-215] İçki içmediği, içenlerden nefret ettiği, bütün hareketlerini İslam şeriatına uygun yapmaya gayret ettiği, tereddüt ettiği mevzuları birkaç ilim adamına sorduğu nakledilmektedir. [Ali Said, a.g.e., s.58]
Şeyhlerle İlişkileri
Prof. Dr. Hür Mahmut Yücer araştırmalarının neticesi olarak şunları kaydetmiştir:
“Onun (Sultan’ın) gerek sözlü gerekse yazılı rivayetlerden, Kâdirîlik ve Şâzelîliğe kesin olarak intisap ettiği; Nakşî, Rifâî ve Halvetîlerle seviyeli bir ilişki kurduğu; (dönemindeki) Mevlevî ve Bektâşîlere ise gerek Jön Türkler ve Masonlarla ilişkileri, gerekse Sultan Reşad ile bağları neticesinde mesafeli ve soğuk olduğu söylenebilir.” [Hür Mahmut Yücer, “Sultan II. Abdülhamid Dönemi Devlet-Tarikat Münasebetleri”, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Editör: Coşkun Yılmaz, İstanbul 2002, s.255]
Tarihçi Ömer Faruk Yılmaz, “Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han” adlı kitabına şunları yazmıştır:
“Sultan Abdülhamid, Ehl-i Sünnet’e mugayyir olmayan tarikat ve ilim erbabı ile sık sık görüşürdü. Ulemaya hürmet göstermek, Osmanlı sultanlarının güzel adetlerinden idi. Sultan Abdülhamid Han, Şam’da medfun bulunan Şazeli şeyhlerinden Şeyh Ebuşşamat Efendi’ye, tahttan indirilip Selanik’te yaşamaya mecbur edildikten sonra bir mektup yazmıştı.”[Osmanlı Yayınevi, İstanbul 2000, 2. bs., s.274-276]
Küçük yaşlarından itibaren tasavvuf çevreleriyle içli dışlı olan Sultan Abdülhamid, Yahya Efendi Tekkesi Nakşî şeyhi Hasan Hayri Efendi’yi sık sık ziyaret etmiştir. [Hüseyin Vassaf, Sefine, II, 72] Nakşî-Halidî şeyhi Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi, belli aralıklarla Sultan Abdülhamid ile görüşürdü. [İrfan Gündüz, Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin, s.65]
Şehzadeliği sırasında Yenikapı Mevlevîhanesi’ne birkaç defa gitmiş, Mevlevî şeyhi Osman Selahaddin Dede’den istifade etmiş, tahta geçtikten sonra onun sarayda haftada bir veya iki gün Mesnevî okumasını istemiş, ancak kendisi bu programa bir defa katılabilmiş, saltanatı süresince zaman zaman huzuruna çağırmış, bazı konularda görüşlerine başvurmuştur. [Mehmet Ziya, Yenikapı Mevlevîhanesi, s.181-86]
Sultan II. Abdülhamid, Halvetî-Sünbülî şeyhi Rızaeddin Efendi’ye de büyük saygı duyardı. Bir Ramazan onu iftara davet etmiş, teşrifleri rica olunmuş, teklif kabul edilmiş, Sultan, şeyh efendiyi bizzat sofrasına kabul etmiş, birlikte yemek yemişler, dualarını almışlardır. [Hüseyin Vassaf, Sefine, III, 309]
II. Abdülhamid, padişahlığının ilk yıllarında aynen II. Mahmud’un ilk yıllarında olduğu gibi tarikat erbabıyla iyi geçindiği, onları saraya davet ederek fikirlerini dinleyip değerlendirdiği; ancak bir müddet sonra bu ilişkilerin kısmen bozulduğu, yardımların yavaşlatıldığı, denetim, gözetim, sürgün gibi mekanizmaların işletildiği anlaşılmaktadır. [Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: 19. Yüzyıl, s.701]
Ayşe Osmanoğlu’nun belirttiğine göre, Muhammed Zafir Efendi’den sonra babasının (Sultan II. Abdülhamid’in) intisap ettiği şeyhlerin başında Rıfai şeyhi Ebu’l-Hüda es-Sayyâdî ve Yahya Efendi tekkesi Kadiri şeyhi Abdullah Efendi gelir. [Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdulhamid, İstanbul 1994, s.25]
Ekrem Buğra Ekinci, “Behice Sultanla Altı Ay” adlı yayınında, babasının Nurullah Yıldız adındaki bir öğretmen arkadaşının, Sultan II. Abdülhamid Han’ın hanımlarından Behice Sultan’la (ö.1969) görüşme notlarını neşretmiştir. Bu notlarda, hanımı, Sultan II. Abdülhamid Han ile ilgili şunları söylemiştir:
Sultan Abdülhamîd Han, haramlardan son derece sakınırdı. İki eli kanda olsa, namaz vaktini geçirmez, evvel vaktinde namazlarını kılar, günlük vazifesi olan Delâil-i Hayrat’ı okur, tesbihlerini çekerdi.
Küçük yaşta Arapça tahsiline başlamışlar, ilk öğrendikleri Arapça olmuştur. Birçok Kur’ân-ı Kerîm ilimlerini, en fazla tefsir ilmini okumuşlardır. Âyet-i kerîmeleri bazen okur ve îzâh ederlerdi. Babaları Abdülmecîd Han “Bu benim oğlum derviştir” buyururlarmış ve ekseriya bu lakapla hitâb ederlermiş. Çok fasîh ve güzel konuştuğu için de amcaları Sultan Aziz han kendilerine “Bülbül” lakabını vermişti.
Sarayda namaz kılmayan kimse yoktu. İstisnâsız herkes namaz kılardı. Dili bükülmeyen bazı yabancılar hizmete gelince, hiç olmazsa namaz kılacak kadar sûreleri, İslâm dininin esaslarını ezberlemek mecburiyetindeydiler.
Cennetmekân yattığı odada Kur’ân-ı Kerîm bulundurmazdı. Onun olduğu yerde ayaklarını uzatıp yatamazdı. Hemen bitişik odada, büyüklerin isimleri yazılı levhalar ve bir dolap içinde Kur’ân-ı Kerîmler bulunurdu. Tam o odanın üzerinde de kadın efendilerden birinin odası vardı. Sultan Hamid o odada yatılmasına gönlü elvermezdi. Câiz olduğunu bildiği halde men ederdi. Yerler halı döşeli olduğu halde, yatacak yeri orası olduğu için kadın efendi sessizce odaya gelir ve uyurdu.
Cennetmekânın başı ucunda bir tuğlası bulunurdu. Onu hiç yanından eksik etmezdi. Uykudan uyanınca, hemen teyemmüm eder, ondan sonra musluğa kadar gider, abdestini alırdı. Abdestsiz yere basmazdı.
Sultan Hamid’in âdeti o idi ki; her gün muhakkak yedi defa Yâsin-i şerif okurdu. Zaten ezberindeydi. Kendisine bir şey söylendiğinde eğer cevap veremiyorsa muhakkak okumakla meşguldü. Durak başında durur ve cevap verirdi. Esas itibariyle Şâzilî tarikatine mensuptu. Şeyhi Bağdad’da olup arada bir gelirdi. Onu çok uzaklardan arabalarla karşılar, son derece izzet ve ikramda bulunur, sohbetler ederdi. İki-üç gün sonra Şeyh Efendi ayrılırdı. Sonra şeyhi vefat etti. Kâdirî tarikatına girdi. Günlük evrâd-ı şerifeleri muhakkak okur, bir gün tehir etmezdi. Devrinin kutbu olduğunu söylerlerdi. Bazen öyle olurdu ki, sarayda olduğu muhakkak olmasına rağmen, her yerde aransa bulunmazdı. Hamidiye Câmii’nin kürsü şeyhi Şerif Efendi’yi çok severdi. Şerif Efendi bize çocukken ders verir, nasihat eder, dualar ve salevat-ı şerifeler öğretirdi. [Kaynak: Tarih ve Düşünce, Ocak-Şubat 2005/1, 36-46]
II. Abdülhamid de diğer Osmanlı padişahları gibi camiler, tekkeler, hayır ve hasenat kurumları yaptırmış, tamir ve desteklerine azami itina göstermiştir. Ancak bu destek sultanın tasavvufa bağlı, sadık bir mürid olmasından mıdır, yoksa kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi, toplumda güçlü ve etkin bir konuma sahip olan dergâhların siyasi nüfuzundan yararlanma niyetine mi matuftur? Herhalde her iki sorunun cevabı da evet olmalıdır. [Yücer, s.707]
Rıfâî Şeyhi Ebu´l-Hüdâ es-Sayyadî
Şeyh Seyyid Muhammed Ebu’l-Hüda es-Sayyâdî, 1850’te Halep yakınlarında doğmuş, 1909 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Suriyelidir. Halep’te Nakibü’l-Eşrâf idi. Sultan II. Abdülhamid’le 1877 başında tanıştı. İstanbul’a geldikten sonra ise Şeyhülmeşayıh rütbesi ile Meclis-i Meşayıh Reisliği görevlerini üstlenmiştir. Arapları iyi tanıması, onlara yönelik politikalar üreten siyasi kabiliyet ve becerileri sebebiyle hükümdarın güvendiği yakın danışmanlarından olmuştur. Yirmi yıl kadar Sultan’ın himaye ve teveccühünü, üst rütbeli pek çok idarecinin saygısını kazandı. Resmi hiçbir görevi olmadığı halde, ulema silsilesi içindeki mevkiini ilerletmeye devam etti. Böylece kendisine 1878’de İstanbul Payesi verildi. İki yıl kadar sonra Anadolu Kazaskeri, 1885 Ramazan’ında da Rumeli Kazaskeri oldu. Bu paye ulema arasında en yüksek derece idi. Özelikle dış tehlikelerin arttığı zamanlarda sadece cihad değil, halifeye itaat ve onun etrafında birleşmek, Sultan II. Abdülhamid’in Panislamizm (Uluslararası İslam Birliği) politikasının kuvvetlenmesi ve yayılması için çalışan iki şeyhten Şeyh Muhammed Zafir, Kuzey Afrika’dan İstanbul’a gelen misafirlerin, Ebu’l-Hüdâ ise Asya’daki Arap ülkelerinden İstanbul’a gelen misafirirlerin karşılanması görevini üstlenmiştir. [Butros Ebu Manneh, “Sultan Abdülhamid II ve Şeyh Ebu’l-Hüda es-Sayyadi”, çev. İrfan Gündüz, MÜİFD, Sayı: 7-10, 1989-1992, s.374-405]
Kendisi de Sultan’dan aldığı destekle Suriye ve Irak dolaylarında pek çok Rifâî zaviyesi açmıştır.
Beşiktaş Ebû’l-Hüdâ Tekkesi Beşiktaş’ta, Cihannüma Mahallesi’nde, eski adı Hasırcıbaşı Sokağı olan Hasırcı Veli Sokağı’nda bulunmaktaydı. Ebû’l-Hüdâ Efendi’nin vefatından sonra tekkenin bir müddet faaliyetini durdurduğu tahmin edilebilir. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra mescid-tevhîdhâne bölümü kadro dışı bırakıldığı için Ebû’l-Hüdâ Tekkesi işlevsiz kalarak harap olmuş ve 1929 senesinde 2525 lira bedelle satılmış ve yıktırılmıştır.
1909’da vefat eden Ebu’l-Hüdî, Eyüp’te Yahyâzâde Tekkesi (bugünkü Saçlı Abdulkadir Camii) yanındaki Ebû’l-Hüdâ Kütüphânesi’nde bulunan türbeye defnedilmiştir. 1964 yılında kabr-i şerifleri açılarak mübarek cesetleri, Halep’te Halep kalesine muntazır Sultan Abdülhamid Han tarafından yaptırılan Evkaf Müdürlüğü binası içindeki türbeye nakledilmiştir.
Şazeliyye´ye Bağlılığı
Sultan II. Abdülhamid’in esir tutulduğu Beylerbeyi Sarayı’ndan, Suriye’de bulunan Şazeli Şeyhi Mahmud Ebüşşamat Hazretleri’ne el yazısıyla yazıp gönderdiği mektup, O’nun tarikatın bir üyesi olduğunu gösteriyor.
Mektup şöyle:
“Ya Hu.
Bismillahirrahmanirrahim vebihi nestain
Elhamdülillahi rabbilalemin ve efdalü salati ve ettemmü teslim ala Seyyidina Muhammedin resulü rabbulalemin ve ala alihi ve sahbihi ecmain vetabiine ila yemüddin.
İş bu arîzamı tarikat-i Şazeliye Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan eş-Şeyh Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine ref ediyorum:
Mübarek ellerini öperek ve duâlarını rica ederek selâm ve hürmetlerimi takdimden sonra arz ederim ki, sene-i haliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vasıl oldu. Sıhhat ve selâmette daim olduğunuzdan dolayı Allah’a hamd ve şükürler ettim… Efendim, evrâd-ı Şazeliyye kıraatine ve vazife-i Şazeliyyeye, Allah’ın tevfikiyle gece ve gündüz devam ediyorum. Ve bu vazifeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve dâvet-i kalbiyenize daima muhtaç olduğumu arz ederim.
Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve zat-ı semahatpenahilerin emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. Ancak ve ancak ‘Jön Türk’ ismiyle maruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti’nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler. Bu ısrarlarına ve tehditlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabul etmedim. Bilâhare yüz elli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. Bu teklifi dahi katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukabelede bulundum: “Değil yüz elli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altun verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiye’ye ve Ümmet-i Muhammediye’ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve selatin ve Hulefa-i İslâmiyeden âbâ ve ecdadımın sahifelerini karartmam ve binaenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabul etmem” diye kat’î cevap verdikten sonra hal’imde ittifak ettiler. Ve beni Selanik’e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ettim ve Allah Teâla’ya hamd ettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Âlem-i İslâm’a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim.
Bu mühim meselede şu maruzatım kâfidir. Ve şu sözlerimle mektubuma hitam veriyorum. Mübarek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabul buyurmanızı sizden rica ve istirham ederim. İhvan ve asdıkâmın cümlesine selâmlar ederim.
Ey benim muazzam üstadım! Bu bâbta sözümü uzattım. Muhat-ı ilmi semahatpenahileri ve bütün cemaatinizin malumu olmak için uzatmaya mecbur oldum.
Vesselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.
Hadim-i el-Müslimin Abdulhamid
22 Eylül 1329.”
Kaynak: İhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi, İstanbul, Beyan Yayınları, 2009, s.9-14, 111-114
Bizi sosyal medyada paylaşın: