Muridan
Sor ve Öğren

Sor ve Öğren

Sorucu, şöyle sordu: “Dünya sevgisi beni kapladı. Kalbimden onu atmak istiyorum, yolunu göster; nasıl edeyim?” Ona şunları söyledim:

Bu konuşma sabah üzeri Ribât’ta yapıldı.

Zilkade’nin son günüydü. Hicrî yılı 545, Milâdî 1150. O gün hayli uzun konuştu.

 “Dünyaya bir bak; enini boyunu öğren. Sahipleriyle nasıl da­laşıyor, dölleri ile nasıl beleniyor, onlara ne garip hileler yapıyor? Onlara yaptığı oyunları seyret. Onları nasıl azdırıyor ve aniden ar­kasına atıyor. Onu gözet, kendine yar olan kişilerle uğraşıyor, eğlendiriyor. Sonra onları yükseltiyor. Bir dereceden öbürüne geçiriyor. Aldattığı kimseleri, kandırması kabil olmayanların üzerine salıyor. Boyunlarına bindiriyor. Hazinelerini aldattıklarına veriyor, acayip iş­lerini onlara gösteriyor. Onlar da bunlara bakarken, varlıklarından uzak olup ferahlık duyuyorlar. Yüksekte olduklarına inanıp sevini­yorlar. İyi geçimlerine kanıyor, dünyanın kendilerine hizmet et­mesini bir nimet sayıyorlar. İşte bu hâlle dünya onları aldattı, bağ­ladı. Aradan zaman geçti, onları tepetaklak yere vurdu. Kemikleri kırıldı. Parçalandılar ve öldüler. Dünya onların bu hâlini görüyor ve gülüyordu. Ayrıca işleri karıştırmakta olan şeytan da yan gelip ke­yif çatıyordu.

Dünyanın işi budur. Birçok sultanlara böyle yaptı. Mülk sahip­lerini ve zenginlerin çoğunu yukarıda anlatılan hâle getirdi. Bu dünyanın âdetidir. Âdem Peygamber’den bu deme kadar, böyle geldi ve böyle gidiyor. O böyle yükseltir, sonra yere vurur. Kıyamete kadar bu perişanlık devam eder. Öne alır, arkaya atar, mal sevdirir, zengin eder, yedirmez, ihtiyaç içinde kıvrandırır. Bu kuvvetler dün­yaya yerilmiştir. Her iyiliği yapar, kendine çeker. Sonra boğazına bı­çağı dayar, boğazlar. Ondan kurtulan yoktur. Onun şerrinden emin olan olmaz. Ona galip gelen çok azdır. Ona mağlûp olmayan, onu yen­mek için yardım bulan ve şerrinden kurtulan büyüktür. Bu büyük, bir veya birkaç tanedir.

Ancak, dünyayı iyi bilen, şerrinden emin olur. Dünyadan kim çok sakınıyorsa, kurtulmanın fazlası ona nasip olur. Selâmete ermek için, onun bütün hâllerini öğrenmiş olmak gerektir.

Ey sorucu! Dünyaya kalbindeki gözünle bak. O gözle bakarsan, ayıplarını görürsün ve şerrinden emin olursun. Onu kalbinden çı­karmaya ancak gücün böyle yeter. Baş gözünü ona çevirir, süsleri ile uğraşmaya koyulursan ayıpları gözünden kaybolur, dolayısıyla kalbinden sevgisini çıkarıp atmak senin için mümkün olmaz. Onu, içinden atamazsın, ona ilgisizlik duygusu taşıman kabil olmaz. Bu yüzden seni öldürür. Başkalarına içirdiği zehri sana da içirir ve öl­dürür.

İçinden kopup gelen kötü duygulara cihad bayrağını aç. O duy­guların ıslâhına emin oluncaya kadar devam et. Onlar iyiye yönel­dikten sonra dünyanın ayıbını bilirsin. Ona ihtiyaç arz etmekten ken­dini alırsın.

Nefsin ıslâhı için kalbin ve sırrın sözü tutulmalıdır ve onlara uyan her duygu ıslâh olmuş sayılır. Azdırmaya yeltenen duygular ıslâh olmuş sayılmaz.

Nefsin ıslâhı için kalbin ve sırrın sözünün tutulması esastır. Ne­fis hem kalbe, hem de sırra uymalı. Onların yasak ettiği şeyi yapma­malı ve emrettiğini tereddütsüz yapmalı. Kalp ve sır nefse bir şey ve­riyorsa, az demeyip kanaatle yetinmeli. Hiç vermedikleri zaman da sabırlı olmalı. Nefsin iyi hâli böyle başlar, onda iyilik başladıktan sonra kötü hâlleri ölür. Kalbe döner. Onun emriyle hareket eder. Öy­le bir hâle gelir ki, artık ona nefis denmez, kalp denir. Başına takva tacını giyer. Yakınlık süsünü takar.

Size, iman etmek ve dile imanınızı tasdik ettirmek gerekir. Al­lah yoluna baş koyanları inkâr etmek size yakışmaz. Onlara da ina­nınız. Onlarla mücadele etmeyi bırakınız. Onlarla çekişmek size düş­mez. Onlar hem bu âlemde, hem öbür âlemde şahtır.

Hak yakınlığına onlar sahiptir. Ona sahip olunca, arta kalan ol­maz, yeryüzünde her ne ki var, onlara sahip olurlar.

Aziz ve Celil olan Hak, onların kalbine zenginlik duygusu ver­miştir. Yakınlığı ve ülfeti ile büyüklerin kalbini doldurmuştur. Nur­ları ve kerameti ile onları süslemiştir. Bu sebeple onların hiç biri, dünyalık olana bakmaz, dünyanın nimetini yiyenlere iltifat etmezler, önü hoş, ama onlar sonuna bakarlar. Dünyanın ilk yaratı­lışı ve miadı dolunca yıkılışı gözlerinin önüne gelir. Bolluğuna gurur duymaz, yokluğuna da üzülmezler.

Hak sır gözlerini bürür, başkasını görmezler, ölüm korkusu on­lara kulluk ettiremez. Melekten bir şey beklemek için kulluk etmez­ler. Onların yaratılışı Mevlâ için. O'nun sohbeti için. Hak, sebebini bilmediğiniz şeyler yaratmıştır. O istediğini yapar.

 İman nurunu bir türlü ruhuna sindiremeyen münafık her sö­zünde yalan atar. Vaat ettiği zaman yerine getirmez. Emniyeti kötü­ye kullanır. Bu huyların kötülüğünü Peygamber (s.a.v) Efendimiz ha­ber vermiştir. Bunlardan kendini çeken, nifak hâlinden kurtulur. İyi huylar ayar taşıdır, daima elinde tut. İmanlı ile imanı kalbine yerleştiremeyen bunlarla ayırt edilir. Bu ayar taşını al. Bu aynayı al. Kendine bunlarla bak. Kalbine çevir ve içine yönel. Bak, hangi züm­reye dahilsin? Muvahhid misin, yoksa şirk ehli mi? İman sahibi mi­sin, yoksa münafık mı?

Dünya, tümüyle fitnedir. Bir uçtan öbür uca boş uğraşmadır. An­cak âhiret işlerinin yürütülmesi için alınan, iyi sayılır. Bunun da iyi niyetle alınması şarttır. Dünyalık şeyleri alırken iyi niyet beslenirse öbür âlem için olur. Her nimet iyi niyetle alınmalı. Ve Hakk'a şükredilmeli. Aksi hâlde nimet olmaz, felaket olur.

Allah'ın vermiş olduğu nimetleri şükürle bağlayınız. Allah'a şük­retmek iki yönden olur. Biri, kulluk etmek ve gönüllenmeden fakir­lere ihsan etmek. Diğeri ise, vereni itiraf etmek. O nimeti gönde­reni tam manasıyla anlamak. Onu gönderdiği için şükrü yoluna koş­mak. O nimeti veren, bizzat Hak Teâlâ’dır.

Bazı büyükler şöyle diyor: “Seni Allah'ı anmaktan alıkoyan her şey şomdur.”

O'nu dilden zikretmek, kalbi gafil koymak şomdur. Namaz, oruç ve diğer hayırlı işler O'nu anmak için yapılır. Yapılan işler O'nu an­maya iletmiyorsa onlar da şomdur.

O'nun sana gönderdiği nimetlere isyanla karşılık verdin. Çok önemli işler yapman gerekken önemsizlere gittin. Yalan, nifak, du­ruşunu ve hareketini kapladı. İçini dışını bozdu. Geceni ve gündü­zünü karıştırdı.

Şeytan sana neler yapmadı ki? Yalanı sana sevdirdi. Kötü işle­ri sana süsledi. Ta namazına kadar girdi. Şöyle ki, namaza başlar­ken: “Allah, en büyüktür” diyorsun; ama kalbinde küçük ilâhlar barınıyor.

Her itimat ettiğin nesne sana ilâh oluyor. Korktuğun ve bir şey­ler beklediğin şeyler sana putlardır. Sözün işine uymuyor. Sözlerin­den de bir şey beklenmiyor. Ne dediğin ve ne yaptığın bilinmiyor.

Bin defa kalbinle: “Allah, en büyüktür” de, bir defa da dilinle. Kalbinde bin tanrı yatarken dilinle: “Allah, en büyüktür” demen neye yarar? İçinde bulunduğun bütün kötü hâlleri bırak. Allah'a dön.

 Ve sen, ilim öğrenen zât, hâlin nicedir? Yalnız ilmin ismi ile yetindin. Sana “Âlim” desinler diye ilmi öğrendin.

Öğrendiğinle amel etmek aklına gelmedi. O bilgi sana ne fayda sağlar? Bu hâlinle âlim olduğunu söylersen, yalancı olduğunu eren­ler yüzüne vururlar. Nasıl nefsini avutmakla kaldın? Yaptığın işi başkasına emretmek de ne demek oluyor? “Yapamayacağınız işi neden söylersiniz?” (es-Sâf, 61/2) âyet-i kerimesi, seni tehdit etmiyor mu, titremiyor musun? Yazık sana, halka doğruluk söylersin, ama işin yalan. Halka Allah'ın birliğinden dem vurursun; ama işin şirk. Halka ihlâs ve sağlam işin yolunu gösterirsin; fakat sen, görsünler ve desinler diye işler tutarsın. Sen bütün kötü işleri yaptığın hâlde halkı onlardan sakındırmaya kalkarsın. Gözlerinden utanma duygusu kalktı. İman sahibi olsaydın haya duygun olurdu. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Utanma duygusu imandan gelir.”

Senin için iman lâfı edilemez. İkanın zaten yok. Sende itimat edilecek bir hâl de kalmadı. İlme hıyanet ettin. Hak katında adın hainlerle yazıldı. Sana ilâç bilmiyorum. Ancak düşünüyorum; yalnız, tevbe aklıma geliyor. Tevbe eder, üzerinde durursan, kurtulacağına inanıyorum.

Allah'a ve kaderine iman besleyen zât, bütün işlerini O'na ısmar­lar. Hiç bir işinde O'na ortak koşmak aklına gelmez.

Şirk koşma. Halkı Hakk'a ortak etme. Mevlâ'ya gitmene halk perde olmasın.

Söylediğim şeyleri yapmak, her iman sahibinin vazifesidir.

Söylediklerimizi varlığına sindirene âfetler dokunmaz. Bütün hâ­linde selâmet üzere olur. Mücerret imandan, hakikî iman hâline ge­çer. Sonra velayet, bedeliyet hâli gelir. Daha sonra gaybiyet âlemi başlar. Bunlardan sonra, kutbiyet hâli çıkar. Bu, yâni kutbiyet, hâl­lerin sonu sayılır. Allah bu hâle gelen kulu ile övünür. Cin tayfası­na, insanlara ve meleklerine onu gösterir. Ruhlar âlemine de onu tanıtır. Kendine yaklaştırır. Halkın emrini ona verir.

Bu işlerin bir temeli, bir de başlangıcı olur. Başta Allah'a ve Peygamber’e iman, sonra her ikisini de dille tasdik etmek gelir.

Bu işin temeli İslâm dinine girmekle başlar, sonra kalbi imanla doldurmakla olgunluk yolunu alır. Allah'ın Kitabı’nda bulunanlarla amel gerek. Peygamber’in (s.a.v) çizdiği yolu izlemek icap eder. Daha sonrası, kalbe tevhid nurunu yerleştirip ihlâs sahibi olmaktır. Bunlar, imanın kemâl devresi sonunda başlar.

İman sahibi amelini ve işini görmeyi bir yana bırakır. Hak var­lığını perdeleyen her şeyden habersiz durur. İşler görülür; fakat o, bunların yapılmasından haberli değildir. O zât, nefsi ile daima cihad eder. Bütün yaratılmışları Hakk'a sığınmış olarak görür. Hak yoluna koyulmayan da O'ndan ayrı değildir. Ancak, O'nun rahmet nazarına erebilmek için emrettiği yolda çalışmak lazımdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “O kimseler ki, uğrumuzda cihad ederler, muhakkak onlara hidayet yollarımızı açarız.” (el-Ankebût, 29/69)

Bütün eşyaya karşı istiğna duyunuz. Cebrine boyun eğiniz. O, su arkını kader eli ile çevirir. İman sahipleri O'nun kaderine boyun eğerlerse, kudret âlemine erdirir.

Kadere uyanlara saadetler olsun. Kadere uyup kudret sahibinin işini seyre dalan ne hoştur. Kaderle iş tutan, onunla yürüyen, onun nimetlerine küfretmeyen ne kadar mübarektir.

Kudret sahibinin en büyük nimetini gösteren, kullara sonsuz rahmetidir. O rahmete ermek için yapılacak tek iş O'na yakın ol­maktır. Bütün halkın varlığını bir yana itip O'nun varlığına gidebil­mektir. Kulun kalbi, Hakk'a vasıl olduktan sonra, halkın zenginliği­ni neyler? Hakk'a yakın olduktan sonra halkın yakınlığı ona ne ya­par? Hak Teâlâ iç varlığından ona mülk verdikten sonra, halkın yö­nelttiği geçici mülkü n'eder? Yeter ki, insan iman sahibi olsun. Böyle olduktan sonra ona denir ki: “Bugün mülkümüzde eminsin.” (Yûsuf, 12/54)

O iman sahibi kutub olur; mülkün idaresi kendisine verilir. Mı­sır ülkesinin sahibi, Yusuf (a.s) Peygamber’e itimat ettikten sonra, bütün mülkünü ona verdi. Ne kadar mülkü varsa hepsini ona teslim etti. Sonra ona şöyle dedi: “Hazinelerimi ve her şeyi sana bıraktım.”

Kalp, bir mutemet şeydir. Fakat her zaman değil. Onun mutemet olduğunu Mevlâ görürse kulların kalbini ona teslim eder. Bütün kalpler bir yönden idare edilir. O da kutbun kalbidir. Asıl mutemet kalbe kutublar sahip olabilir. Kutub hâlini bulduktan sonra, o dem ona şu hitap gelir: “İşte kalpler, onlarda arzu ettiğini yap. Onlar benim hazinelerimdir; gereğini yerine getir.”

Kutub olan büyük zat için dünya ve âhiret yüce ülkeler olur. O yüce insan, Allah yolcularının uğrağı sayılır. Buna ermek herkes için sevindirici iştir. Fakat ona kolay erilmez. Bilgi sahibi olmak ge­rekir. Bilgi ile amel lâzımdır. Zahirde öğrenilen İslâmî bilgilerin hep­sini yerine getirmek lüzumlu sayılır.

Battal ve Allah'a kulluk etmekten yana tembel olan kimselerle oturmayınız, onlara uymayınız. Onlara uymak, sizi içinden çıkılmaz felâketlere sürükler.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Bir kul, Allah'a kulluğu eksik kılarsa, Allah ona belâ verir. (Kalbini kederle doldurur.)”

Eline geçmeyecek şeyi aramak en büyük belâdır. İbadeti eksik eden, geçim sıkıntısı çeker. Evinden eziyetler çeker. Kazancı azalır, çocukları isyan eder. Hanımından nefret duygusu görür. Hangi tara­fa yönelse ayağı tökezler. Bunların hepsi, az kulluk etmenin sonu­cudur. O’nun ibadetini bir yana atıp dünyalık işlerle uğraşmasının neticesidir. O'na kulluk eden herhalde rahat yaşar. Allah Teâlâ şöy­le buyurur: “İman edip şükür yolunu tutarsanız, Allah size niçin azap ey­lesin?” (en-Nisâ, 4/147)

Allah Teâlâ kaza ve kader hükmünün icrasında serbesttir. Her türlü tasarrufunda O’na karışan olamaz. Yaptığından ötürü hiç kim­se O'na çıkış yapmaya güçlü ve yetkili değildir. Geçmişe dayanarak, “kaderin gereği böyledir” diye, Hakk’ı ithama hiç kimse kalkışamaz.

 Yazık sana... Zaman geçiyor. Sen nefsin ve çocuklarınlasın. Hak’tan ayrı durmak arzusundasın. Bu hâlin ne zamana kadar sürer?

Bazı büyükler şöyle diyor: “Yavruna her şeyin değerini öğret; sonra ondan ayrıl. Nefsini al, Rabb’inle meşgul ol.”

Yavru, eline geçen bir şeyin para edeceğini anlarsa babasını bı­rakır. Bir oyuncak hükmünü taşıyan şeyi dahi sezecek olsa, babası­nı meşgul etmez olur. Kendini oyalar. Ey baba, seni de sahibinle baş başa bırakır. O’nunla meşgul olacağın zamanı boşa geçirmiş olmaz­sın. Çocukla geçen zamanın kıymeti düşmez, Rabb’ine rahat ibadet için ona oyuncağın değerini anlat. Bir yavru için oyuncak babadan önemli sayılır.

Çocuklarınız büyüdüğünde sanat sahibi yapınız. Onlar çalışsın ve kazansın. Siz de Mevlâ'ya kulluğa koyulun. İbadeti bırakıp çocuk­ların geçimi ile olma. Onlar büyüdüğünde beslenmeleri sana düşmez. Onlar için hatalar işleme. Onların geçimi için çalışmanın bir haddi ve zamanı vardır. Hak katında senin günahını bağışlamak, onlardan uzaktır.

Kendine ve çocuklarına kanaati öğret. Kanaat sahibi olmayı, on­lara yeter gör. Yalnız, lazım olan şeyleri onlara temin et. Gereken şeyleri temin ettikten sonra onların da elinden tut, Mevlâ'nın tâatine koş. Rızkınız genişlesin diye, ibadeti bir yana atmayınız, kaderi­nizde varsa kendiliğinden gelir. Zamanlar bellidir. Bir bolluğa erersen Hak’tan bil, al ye, yavrularına da yedir. Sakın halkın eliyle gel­diği için Hakk'a ortak koşma. Onlar bir âlettir. Onu almak sana na­sıl bir vazife ise onlara da getirmek bir vazifedir.

Kanaat sahibi ol. Darlık açılır. Kanaat insanı içinden çıkılmaz felaketlerden berî kılar. Kanaat sahibi olursan, geleceğini vehmet­tiğin şey gelmeyince üzülmezsin. Hele takva sahibi olmakla zâhid libasını giymiş olman en büyük nimet sayılır.

Sakın, kullara el açma. İman sahibi, bir şeye ihtiyaç duyarsa Mevlâ’sına yalvarır. O’na karşı boynunu eğer, tevbe eder; sessizce ve­rilecek şeyi bekler. Verildiği takdirde, vereni övme yoluna gider. Ve­rilmeyecek olsa, kalbine uyar; sabra devam eder. Hakk'ın dileğine itiraz etmez. Çekinme yoluna sapmaz. Zengin olmak için dinini sat­mak zilletine düşmez. Riyakârlık ederek dünyalık almaz. İçi bozuk bir hâle girmez. Yâni senin gibi yapmaz, ey içi bozuk adam!

Riya, nifak ve isyankâr olmak fakirliğe götürür. İsyan zelil eder.

Riya yüzsüz kılar. Nifak, kapılardan kovdurur. Hak kapısına girmen kabil olmaz.

Riyakâr ve içi bozuk olan, dünyayı dini ile alır. Riyakâr adam sâlih kisvesine bürünür. Münafık olan hiç bir zaman sâlih olmaya ehil değildir. Dıştan sâlihler gibi konuştuğu görülür, onlar gibi giyer; fakat hiç bir zaman içinden koparak onların işini yapmaz. Sâlih kişi­lerin nesebinden olduğunu söyler; ama hiç bir zaman onlara nispeti sahih olmaz. “Allah'tan başka ilâh yoktur” demen bir dâvadır.

O büyük kelâmı sarf ettikten sonra Allah'a dayanman, O'na te­vekkül etmen, başkasını kalbine koymaman ise şahidindir. Şahitsiz dâvanın kazanılmasına ihtimal yoktur. Dâvayı aç, peşinden şahitleri bulmaya bak.

Ey yalancılar ve Mevlâ'dan kaçanlar! Kalbinizle Hakk'ın kapısı­na koşunuz. O'nun sâlih kullarının peşine düşünüz. Yaptığınız hata­lar için Allah'tan özür dileyiniz. İman hâlini benliğinize sindiriniz. Dünyalık alacaksanız, İslâm dininin emri dahilinde alınız. Velayet hâline ererseniz, Hakk'ın ilhamı ile alınız. Her ne yaparsanız yanı­nızda iki şahit hazır olsun. O iki şahidin biri Kitap, öbürü de Sünnet'tir. Bir gün daha ilerler, kutup veya bedel olursanız, fiil tecellisine uyarsınız. Her işinizi O'na ısmarlar; olup bitenlere seyirci kalırsınız.

 Ey evlat! Nefsine abanmaktan utanç duymaz mısın? Onu her iyilikten mahrum bırakmak sana ar getirmiyor mu? Onu her türlü iyilik için başarıdan nasipsiz kılmak nasıl olur?

Bugün ibadet, yarın isyan. Bugün ihlâsla Allah'a kul olmak, yarın şirkin yolunu tutup Hakk'a karşı bayrak çekmek. “Yapan Al­lah değil, kuldur” demek! Bunları söylemekten utanma bilmiyor musun? Bugünün iyi iken yarının kötülüğe gitmesi fenadır. Peygamberimiz: “İki günü eşit geçen ziyandadır.” buyururken, halin ne ile an­latılır? Geçmiş günü hayır, geleceği hayırsızlıkla kapanan zararını ne ile ödeyebilir?

Ey evlat! Sana lazım olan varsa, onu bulmaya çalış. Bir şey eli­ne gelmiyorsa bulmaya gayret et. Çalışana Allah yardımcıdır. Bu de­nizde gayret et. Dalgalar sağa çarpa, sola vura, bir gün selâmet sa­hiline atar. Senden dua etmek; O, icabet eder. Senden çalışmak; ba­şarıyı O verir. Sen nasibini unutup kaçsan bile O sana acır, yanına koşarak gelir.

Araman candan olsun; O yakınlık kapısını gösterir. O'na koş­maya bak; düşecek olursan rahmet eli seni tutar. Mevlâ'nın rahmet, lütuf, kerem ve sevgi eli sana iştiyakla uzanır. Bu, büyük mertebe­lerden sayılır. Allah yolcuları buna ermek için çalışırlar.

Sizi artık istemiyorum. Siz, nefsin ve tabiî arzularınızın kölesi oldunuz. Nefsinizin hevâsına ve şeytanî duygulara ibadet eder oldu­nuz. Yanımda yalnız Hak vardır. Hak, öz içinde özdür. Safa içinde safadır. O’nda halktan kesilmek, Hakk'a vasıl olmak vardır. Sizin he­veslerinizi kabul edemem, ey içi bozuk adamlar. Dışınızla içiniz bir­birini tutmuyor.

Ey davacılar ve yalancılar, yüzünüze söz etmekten çekinmiyo­rum artık. Sizden nasıl utanır ve çekinirim? Çünkü siz, Rabb’inizden utanmaz oldunuz. O'na kötülük isnat etmektesiniz. Aklınıza göre Rabb’inize ihanet yolunu tutuyorsunuz. O'nun vazifeli meleklerine karşı iyi edep tavrı takınmıyorsunuz.

Yanımda doğruluk kılıcı vardır. Onunla her dinsizin ve münafı­ğın kellesini keserim. Hele yalancılar, vuruşumdan kurtulamazlar. Onlar ne tevbe bilir, ne de sır yolu ile Rabb’lerine dönebilirler, özür dilemek ve tevbe yolunu tutmak onlara yakışmıyor mu ki, yapmı­yorlar?

Bazı büyükler şöyle derler: “Doğruluk yeryüzünde Allah'ın kılıcıdır. Hangi şeyin üzerine konsa, onu keser.”

Sözlerimi kabul edin ve candan bana yönelin. Size nasihat et­mekteyim. Sizi, sizin için diliyorum. Sizin için ölü sayılırım. Diriliğim Hak’ladır. Beni tasdik eden iflah olur. Sohbetimden faydalanan kur­tulur. Beni tasdik etmeyen, yolunu sapıtır. Sohbetime devam etme­yen, dünyada ve âhirette çetin cezalara çarpılır.

İrfan sahibi olmayan, sohbetimden anlayamaz. İrfan yoluna gö­türen sebepler arasında Hak’la çekişmeyi bırakmak vardır. O'na iti­raz etmeyen irfan sahibi sayılır. O'nun yaptığı işlere uyarlık göste­ren, marifet sırlarına ermiştir. Bu yüzden Malik bin Dinar, bazı talebelerine şöyle der: “Mevlâ'ya irfan sahibi olmak arzusunda isen, O'nun tedbirine, hükmüne ve kaderine uy. Nefsini, şahsî arzularını ve iradeni ona eş tutmaya kalkma.”

Ey canları sağ olanlar, işleriniz tümden dağınık. Rabb’imize kar­şı neler kaybetmediniz ki? Kalbiniz, kaybettiğinizi bir bilseydi, has­retiniz artardı. Yaptığınıza nadim olurdunuz. Ayık olunuz.

 Ey cemaat! Yakında ölüler olacaksınız. Size ağlayacaklar. Onlar ağlamaya başlamadan siz göz yaşlarınızı akıtınız. Sizin bir yığın ha­talarınız var. O hataların sonu nereye kadar uzar, bilinmez. Kalpleriniz, dünya sevgisi ile hasta. Dünya hırsı gönlünüzü sarmış. Dün­yadan, kalbinizi beri alın ve temizleyin. Dünyayı bırakın, Hakk'a yö­nelin.

Dinin selâmeti sermayedir. İyi işler de onun kârıdır. Sizi azdıracak şeyi aramayınız. Size yeten ne ise onu bulunuz. Aklı başında olan dünyalık işlerde ferahlanacak şey bulamaz. Helâl yoldan gelenin hesabı vardır; haram olanın ise cezası olur. Sizin çoğunuz hesap vermeyi ve ceza çekmeyi unuttu.

 Ey evlat! Kalbini buruşturan dünyalığı alma. Ama ne diyelim, sende akıl kalmamış. Her yanın kötülük timsali, nefis olmuş. Tabii arzu ve hevâ ile dolmuşsun. Kalp sahipleri ile otur. Akıllı ve olgun yaşlılara yakın ol. Sana onlar lazımdır. Allah'ın hükmü ile amel ede­ni ara. Sana terbiyeyi o öğretir. Bilgiyi o verir. Nasihati o yapar.

Ey her şeyi karşılık almadan satan zavallı. Her şeyini veren ve bir şey almayan adam. Dünyayı, âhirete karşılık aldın. Âhireti verdin dünyayı buldun. Hevesle dolusun. Yokluğa gömüldün. Cehalet her yanını kapladı. Hayvanlar nasıl yerse öyle yemektesin. Aramazsın sormazsın, hesap vermek aklına gelmez. Niyetsiz oldun. Emri bilmi­yorsun. Bir iman sahibi gibi iş tuttuğun yok.

İman sahibi dinin emriyle yer; velî kul, buna ilâhî ve mânevi emri de ekler. Kalbinden gelen yasağı da dinler. Varlığına Hak var­lığı katar. Bir iş için gayret sarf etmez. Hak fiiller onda tecellisini gös­terir. O, bu hâlinde Rabb’i ile olur. İlâhî emir, velî kulun her yanını kaplar. Ayakta duruşu onunla olur. Varlığından soyunan, bir şeyi seçme kudretine sahip değildir. Hâllerin hangisi kula gelse, İslâm dininin esaslarını yapmak zorundadır.

Fena hâline eren Mevlâ tarafından esirgenir. Sonra kudret de­nizine atılır. Kudret denizinin dalgası insanı, bazen gizler, bazen de açığa çıkarır. Bazen sahile atar, bazen de dalgaların ortasında kor. Onların bazısı Ashâb-ı Kehf'e benzer. Hak Teâlâ, Ashâb-ı Kehf için şöyle buyurdu: “Biz onları bazen sağa, bazen de sola çeviririz.” (el-Kehf, 18/18)

Fena hâline eren kimsede akıl hüküm süremez. Onların tedbir ve duygu ile ilgileri yoktur, lütuf evinde otururlar. Ve yakınlık yu­vasına sığınırlar. Hak katına çıkınca iç ve dış gözlerini yumarlar.

Bunları Hak yapar. Onların gözünü dalgalardan saklayan Mev­lâ'dır. Bu sebeple onlar, yalnız Mevlâ'ya bakar, O'ndan işitirler.

Allah'ım, bizi zatınla gayrından yok eyle. Her şeyi seninle bul­dur.

    “Dünyada iyilik ver. Âhirette iyilik ver. Bizi ateş azabından ko­ru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!

Top