Muridan
Hiddet ve Öfke

Hiddet ve Öfke

Öfke - gazap, İzzet ve Celâl sahibi Allah için olduğu takdirde iyidir. Allah’dan başkası için olduğu takdirde ise kötüdür. Mümin, ancak İzzet ve Celâl sahibi Allah için ve O’nun dinine yardım için hiddetlenir.

      Kendi nefsi için ve kendine yardım için asla hiddetlenmez. O, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ın koymuş olduğu hükümlerden bir hüküm çiğnendiği zaman öfkelenir, hiddetlenir. Hem de avı elinden alınan yırtıcı bir kaplanın hiddetlenmesi gibi. Hiç şüphe yok ki, İzzet ve Celâl sahibi Allah da sırf kendi gazabı için gazaplanır ve sırf kendi rızası için razı olur…
     
     Gerçekte kendi şahsın için hiddetlendiğin halde, Allah için hiddet gösterisinde bulunma. Sonra münâfık olursun. Hiç şüphe yok ki, İzzet ve Celâl sahibi Allah için olan şeyler tamamlanır, bâkîdir, sâbittir, ziyâdeleşir. O’ndan başkası için olanlar ise değişir, sabit değildir, zâil olur. Bir iş yaptığın zaman nefsini, hevâî duygu ve arzularını, şeytanını… aradan çıkar. İstediğin işi sırf İzzet ve Celâl sahibi Allah için ve O’nun emrine itaat etmiş olmak için yap. İzzet ve Celâl sahibi Allah tarafından olduğu tesbit edilmiş bir emir bulunmadıkça hiçbir fiili yapma. Bu emir, ya şeriat vasıtasıyla olur veya şeriata uygun bulunmakla beraber bizzat İzzet ve Celâl sahibi Allah tarafından senin kalbine ilham edilmek suretiyle olur…
     
     Kendinden, insanlardan ya da dünyadan bahsederken zühd sahibi ol. Eğer böyle yaparsan, Allah seni insanlar yönünden rahata kavuşturur. İzzet ve Celâl sahibi Hak ile ünsiyete ve O’nun yakınlığı ile rahata rağbet et. Zaten O’nun ünsiyetinden başka ünsiyet yoktur. O’nunla olan rahattan başka rahat da yoktur. Hakiki rahat ancak O’nunla olan rahattır. Tabii ki, bütün bunlar nefsinin, hevai duygu ve arzularının, bedeninin… kederlerinden temizlendikten sonra mümkün olur…
     
     Allah Dostları ve tasavvuf ehli ile beraber ol. O’nların sohbetinde bulun. Böylece, Allah’ın O’nlara olan yardımı sayesinde sen de güçlenirsin. Sen de O’nların gözü ile görürsün. Allah da tıpkı O’nlarla övündüğü gibi, seninle de övünür. Allah, diğer kulları arasında seninle iftihar eder…
     
     Kalbini Allah’dan başka şeylerden temizle. Zira sen onunla Allah’dan başka şeyler görüyorsun. Önce biraz eşyayı, yani Allah’dan başka şeyleri görürsün. Sonra da O’nun yardımı ile, yarattıklarında Allah’ı görürsün, Allah’ın fiillerini görürsün. Nasıl ki, üzerinde pislikler bulunduğu halde hükümdarın huzuruna girmen doğru olmazsa, aynı bunun gibi, için (batının) pis olduğu halde de, Hükümdarların Hükümdarı İzzet ve Celâl sahibi Hakk’ın huzuruna girmen doğru olmaz. Sen, içi her türlü pis tortularla dolu bir küpsün. Bu durumda neye yararsın ki! Önce git, içindekileri değiştir, temizlen. Kötü hasletlerini iyileri ile değiştir. İşte ancak ondan sonradır ki, Hükümdarın huzuruna girmen mümkün olur…
     
     Senin kalbin günahlarla dopdoludur. Hep insanlardan korkuyor, herşeyi onlardan umuyorsun. Kalbin dünya sevgisiyle dopdolu. Bütün bunlar kalplerin necaseti ve pisliği cümlesindendir. Nefsin ölüp de doğruluk tabutunun kapısına konmadıkça konuşmaya hakkın yok. İşte o zaman, fanilere teveccüh etmenin bir mahzuru kalmaz. Fakat senin nazarında fanilerin hala mevcudiyet bulduğu ve sen de onlara değer verir durumda olduğun müddetçe sakın onlara elini uzatma. Hatta o eli öpecek olsalar bile sen de, Allah’a yakınlığın tesiri ile bir dehşet ve hayret duyacak derecede Allah’a yakın olmadıkça konuşmağa hakkın yok. Ne zaman ki dehşet ve hayret duyacak derecede Allah’a yakınlaşırsan, işte o zaman onların senin elini öpmeleri de, sana bir şeyler vermeleri de, sana gelecek bir şeye mani olmaları da, seni övmeleri de, yermeleri de… sana zarar vermez. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, artık sen onlarla değil, Allah ile meşgul olursun…
     
     Tövbe sıhhatli olduğu takdirde iman da sıhhatli olur ve ziyadeleşir. Ehli sünnet nazarında iman ziyadeleşir de, noksanlaşır da. Taat ve ibadetlerle ziyadeleşir; günah ve masiyetlerle de noksanlaşır. Onun için tasavvuf ehli ve Allah Dostları, kalplerine Allah’dan başka şeylerin sevgisini asla sokmazlar. Onların imanı kendilerinin Allah ile sükûnet bulmaları halinde artar; O’nun gayrı şeylerle sükûnet bulmaları halinde ise eksilir, noksanlaşır. O’nlar; ancak Rabb’larına tevekkül ederler, ancak O’nunla emin olurlar, O’nunla kuvvet bulurlar, ancak O’na dayanırlar, O’na güvenirler, ancak ve sadece O’ndan korkarlar. Yine ancak O’na döndürüleceklerdir. Yalnız O’nu tevhid ederler, yalnız ve sadece O’na güvenirler. O’na bir başkasını asla ortak koşmazlar. Bu hususta denemeye tabi tutulurlar. O’nların tevhidi kalplerindedir. İnsanları idare edişleri de zahirleri itibariyledir. Kendilerine karşı herhangi bir cahillik yapıldığı zaman, O’nlar buna karşılık cahillik etmezler, cahilce davranmazlar. İzzet ve Celâl sahibi Allah, O’nlar hakkında şöyle buyurur:
     
     
     “… Kendilerine cahiller cahilce davrandıkları zaman, O’nlar ‘Allah selâmet versin’ deyip geçerler; cahillerle cahillik etmezler,” (Furkan Sûresi, Âyet 63)
     
     Sen; cahillerin cahilce davranışları, tabiatlarının, nefslerinin ve hevai duygu ve arzularının yersiz ve manasız heyecanları ve feveranları karşısında sükût etmeli ve mülayim - yumuşak davranmalısın. Fakat cahiller, yani kendini bilmezler, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’a karşı açıktan açığa bir masiyet - günah işledikleri zaman sükût etmek caiz değildir. Çünkü böyle bir durumda sükût edip ses çıkarmamak haramdır. Böyle durumlarda konuşmak ibadettir; sükût etmek ise günahtır, masiyettir. İyiliği emredip kötülüğü men etmeye gücün yeterse hemen yap. Asla kusur etme. Zira bu, yani iyiliği emredip kötülüğü men etmek (emr-i bil’maruf, nehy-i anil-münker), senin yüzüne açılmış bir hayır kapısıdır. O halde, hemen o kapıdan girmekte acele et…
     
     İsa A.S. dağ meyvelerinden yer, birikintilerden su içer, mağaralarda ve harabelerde barınırdı. Uyumak üzere yattığı zaman da başını ya bir taşa koyar veya kollarını yastık yapardı. Burada esas olan Allah’dan başka hiç bir şeye gönül bağlamamak, hiç bir şeye güvenmemektir. İşte halis mümin böyle yapar. Allah’dan başka hiç bir şeye güvenmez, dayanmaz. İzzet ve Celâl sahibi Rabb’ine bu inanç ve bu şuur içinde kavuşmaya azmeder. Eğer onun dünyada bir kısım kısmetleri bulunuyorsa, bunlar kendisine mutlaka gelir. O nimetlerle onun sadece zahiri hemhal olur. Onları nefsi ile alır. Fakat kalbi, Allah’dan başka hiç bir şeye güvenmemek ve dayanmamak inancı ve azmi içinde olarak hep İzzet ve Celâl sahibi Allah ile beraberdir. Dünyadan kısmetlerini alırken asla değişmez. Zira bir kere zühd kalbe yerleşti mi, dünyalıkların bol bol gelmesi ve kısmetlere nail olması onu değiştirmez. O, ne derece çok dünyalığa sahip bulunursa bulunsun, kalbi daima Allah ile beraberdir…
     
     Eğer mümin dünyayı, ehli dünyayı, dünyevi hevesatı, zevkleri, hevesleri… sevmiş olsaydı bunlara karşı bir an bile sabredemez, gecesinde ve gündüzün de onlarla meşgul olurdu. Yine mümin bunları sevmiş bulunsaydı; kulluk edemez, zahid olamaz, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı zikredemez ve O’na itaatte bulunamazdı. Fakat Allah, bir lütûf olarak ona nefsinin kusurlarını gösterdi. O da bunlara tövbe etti. Geçmiş günlerinde Allah’a karşı işlemiş olduğu bu kusurlarından ötürü nedamet duydu. Yine Allah ona; Kitab (Kur’an), Sünnet (Hadisler, Allah Resul’ünün yaşayışı, ahlâkı) ve şeyhler - mürşidler vasıtasıyla dünyanın kusurlarını ve aşağı yanlarını da gösterdi. Böylece, dünya bahsinde ona zühd ve takvâ geldi. Dünyada zühd ve takvâ sahibi oldu. Öyle ki, her ne zaman dünyanın bir kusuruna nazar etse, Allah ona başka kusurları da gösterir. Bütün bunlardan sonra mümin bilir ve idrak eder ki:
     
     
     - Dünya fanidir; ömrümün sonu pek yakındır. Nimetleri elden gidicidir. Güzelliği değişicidir. Ahlâkı pek kötüdür. Eli boğazlayıcıdır. Sözleri zehirlidir. Çok imtihana tabi tutucudur. Çabuk ve çok boşayıcıdır. Kendisine bir daha dönüş yoktur. Ne aslı vardır, ne de vefâsı. Onda kalmak, su üzerine bina yapmak gibi bir şeydir…
     
     İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, mümin onu ne bir karargâh olarak kabul eder, ne de bir ev. Sonra, bir derece terakkî eder, kadri yücelir; Allah sevgisinde ve O’na bağlılıkta sebat ve istikrar kazanır. Böylece, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’ı tanır. Daha önceleri dünyayı kalbine karargâh edinmediği gibi, bu safhadan itibaren artık ahireti de karargâh edinmez ve kalbinde ahiret düşüncesine de yer vermez olur. Bilakis, dünyada da ahirette de kalbine karargâh olarak yalnız Allah’ın yakınlığını seçer; yalnız Mevlâ’sının yakınlığını kalbine karargâh edinir. Özü ve kalbi için, Allah’ın yakınlığından bir ev yapar. İşte bu merhaleye eriştiği andan itibaren artık dünyanın imarı ona zarar vermez olur. İsterse dünyalık olarak bin adet ev yapmış ve bunlara sahip bulunmuş olsun. Zira o, bunları kendisi için değil başkaları için yapar. Bunları yapmakla, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ın bu husustaki emrine uymuş, O’nun kaza ve kaderine itaat etmiş olur.
     
     Artık bu kimse, halkın hizmetinde olarak ve onlara rahat getirme gayretinde, Allah’ın emrini yerine getirir. Karanlıklar içindeki herşeye, yiyeceklere, ekmeğe… ışık getirir, nur getirir. Fakat kendisi bunlardan bir zerre bile yemez. Onun kendisine mahsus yiyeceği vardır. Bu yiyeceğe ondan başkası ortak olamaz. Böylece o, kendi yiyeceğinin yanında bulunduğu an yer; başkalarının yiyeceği yanında bulunduğu an ise oruçludur, açtır..
     
     Zâhid, yiyeceklere ve içeceklere karşı oruçludur. Ârif ise, tanıdığının gayrine karşı oruçludur. O, açtır; kendi tabibinden başkasının elinden yemez. Ancak kendi tabibinin elinden yer. Onun derdi ayrılıktır, uzak oluştur. Devâsı ise vuslattır, yakın oluştur. Zâhidin orucu yalnız gündüzleyindir; o, yalnız gündüzleyin oruçludur. Ârifin orucu ise hem gündüzleyin, hem de geceleyindir; o hem gündüzleyin oruçludur, hem de geceleyin. O, İzzet ve Celâl sahibi Rabb’ine kavuşmadıkça orucunu yemez. Ârif, bütün devir boyunca oruçludur, dâimi kurbiyet ve yakınlıktadır, hıfz ve himayededir. O, bir devir boyu kalbi ile oruçludur, özü ile kurbiyyette - yakınlıktadır, hıfz ve himayededir. Kendi şifasının, Rabb’ine vuslattan ve O’na yakın bulunmaktan ibaret olduğunu kat’iyetle idrâk etmiştir…
     
     EY OĞUL! Eğer kurtuluş - felâh istersen, fânileri kalbinden çıkar. Onlardan asla korkma. Bir şey de bekleme. Onlarla ünsiyet etme. Onlarla sükûnet bulma. Hepsinden süratle kaç, uzaklaş. Sanki onlar ölüler ve cîfe (necis, leş)lermiş gibi kendilerine soğukluk göster. İşte senin için bu mertebe tahakkuk ettiği zaman, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı zikir anında kalbî itminan husule geldiği gibi, O’ndan başkaları anıldığı anda da onlardan kaçış husule gelir. Allah anıldığı an, kalben sükûnet bulursun. Başkaları anıldığı zaman ise onlara karşı bir ürküntü duyarsın…

 

GAVSULAZAM

Top