Muridan
Aşk-ı Lâl - YOL-2 KİTABINDAN

Aşk-ı Lâl - YOL-2 KİTABINDAN

Muhterem ihvanımız Perihan Savaş'ın kaleminden "Yol-2" kitabı okurlarıyla buluştu, mutlaka okumalısınız. Güzel bir kesit ile sizleri baş başa bırakıyoruz. Muhabbetle efendim.

Bir hafta sonra…

Seyyahın tarif ettiği alana doğru ilerliyorum köşede beni bekliyordu yanında daha önce görmediğim biri vardı. Yaklaştıkça simasının yabancı gelmediğini anladım. Sanki daha evvelden onu bir yerlerde görmüşlüğüm vardı. Selamlaştık.

İçeriye buyur edildim. Bir köşeye geçip oturduk. Seyyahın yanındaki şahıs…

“Beni tanıdın mı?” diye sordu. Yabancı gelmiyordu simâsı…

“Kusuruma bakmayın, deminden beri onu düşünüyorum tanıyamadım af buyurun”

“Estağfurullah ey can” dedi ya gönlüme nasılda hitap etti, kulağıma ne hoş geldi.

“Hatırlıyor musun birkaç sene önceydi aracım bozulmuş tamirhaneye vermiştim. Bir kenara çektim. O ara karşıma Allah-u Teala seni çıkardı. Daha evvelden hiç konuşmuşluğumuz yoktu ama karşılaşmışlığımız vardı. Yanıma yaklaştın ve dedin ki…

“Sanırım aracınızda bir sorun mevcut isterseniz yardımcı olabilirim? Annem söyledi ‘şu köşede bir genç zorda kalmış yardımcı ol evladım’ demesiyle yanınıza geldim. Müsaade ederseniz sizi iş yerinize ben bırakayım.” Demiştin hatırladın mı?

“Evet, evet hatırladım. Şu sokakta, filanca yerde evet bildim seni… Hatta şöyle demiştin”

‘Seni Allah çıkardı karşıma en zor anımda yardımcı oldun ya, Allah'ta sana yardım etsin. İşin gücün rast gelsin’ Sonra sizi iş yerinize bırakmıştım. Yol boyunca dualar etmiştiniz. Peş peşe birkaç defa nefesinizi alıp vermiştiniz dudaklarınızın kıpırdadığına şahit olmuştum o an, belli ki içten dualar ediyordunuz.”

Birkaç saniye sonra…

“Evet, doğrudur… Duamın birini de kendime saklamış, içten edivermiştim. Allah (c.c) kabul buyurdu hamd olsun. Demek ki sende seçilmiş kullarındansın ki o gün karşıma seni çıkardı Mevla’m. İşte o gün ki duamın canlı örneği işte burada, bu mekanda, bu dergahta… yolumuzu bir eden Rabbime hamd olsun hoş geldin.” Dedi. Birbirimize sarıldık, o ara gözlerimi kaçırdım ağlamamak için. Şeyh Abdullah Efendi Hazretlerinin talebesiydi kendisi. Ben ise yolun en başlarındaydım. Kendisi ile tanışma şerefine ne vakit nail olurum acaba… Peki bu gencin ismi neydi? Nereliydi? Nerede oturuyordu? Hiç birini bilmiyordum.

“İsmin nedir? Adını bağışlar mısın?” diye sordum.

Utana, sıkıla cevap verdi.

“Şey, ben…

Ben…

Bana ‘Deniz’ dediler… Deniz ismini verdiler. Ben Deniz.” dedi.  

Vedalaşıp ayrıldık o gece.

Birkaç gün sonra bir Pazar akşamı derviş Denizin daveti üzerine dergaha Şeyh eşiğine tekrardan geldim. Kapıdan içeriye girer girmez hoşça karşılandım. Dervişlerin her biriyle tek tek kucaklaştık. Yeniydim derviş Denizden gayrısını tanımıyordum. Hiç böyle tahmin etmemiştim yabancılık çekmeden masalarına buyur ettiler beni. Sarıp sarmaladılar adeta. Ne kadar samimi bir ortam. Derviş çayı ve kurabiye ikram ettiler. Dört bardak derviş çayı içmeme rağmen doyamamıştım. Zira tadı damağımda kaldı. Bir bardak daha isteyecektim çekindim. Bu derviş çayının lezzeti çok başka bir tat idi. Neyle demliyorlar nasıl ediyorlar. Tarifini alsam aynı lezzet olur mu ki? Dur bakalım dur ey âşık! Derviş olmadan derviş çayı demlemeye kalkar üstüne birde aynı lezzeti umarsın. Hele bir derviş ol bakalım o lezzet derviş elindedir bilmez misin. Akşam namazına az bir zaman kalmıştı herkes ayaklandı bir bayram edası vardı sanki o gün. Derviş Deniz’e “Nereye gidiyoruz” diye sordum.

“Cennet bahçesine” dedi gülümseyerek.

 “Gelmek ister misin?” diye sordu.

“Elbette isterim” diye peşine takıldım. Çay haneden ayrılık mescide doğru gidiyorduk. Herkes bir sevinç bir heyecan içerisindeydi. Sâhi neydi dervişleri bu denli sevindiren. Bir an Derviş Deniz gözlerden uzaklaştı etrafa bakınıyorken müezzinlik alanında gördüm onu. Akşam ezanı okunmaya başladı. Sesi ne kadar güzel, ne kadar yanık, ta içerime işledi.

Şimdi anlaşıldı… Derviş Denizin kim olduğunu o gün bildim. Seyyah çokça bahsetmişti ondan.

Namaz bittikten sonra etrafı izliyordum, efsunlamış gibi gezerken mescidin etrafı adeta beni tuttu gitmeme müsaade etmedi. Dervişlerden biri:

“Yoksa gidiyor musun?” Dedi. O an ne diyeceğimi bilemedim.

“İstersen kal, Hocamız gelecek Onunla tanış” dedi.

 

Kalbim yerinden çıkacaktı, ilk kez görecek tanışacaktım Hoca Efendiyle… Tekrardan yerime geçip oturdum. Birkaç kez derin derin nefes alıp verdim. Sakinlemeye bu heyecanımı bastırmaya çalışıyordum. İlk kez gerçek bir Mürşid-i Kamil ile tanışacaktım. Bu heyecanım nasıl yatışsın.

Derviş Deniz:

“Az sonra Mevla’mız nasip ederse Mürşidimiz ile tanışacaksın. Hazır mısın?” cevabına. “Kaç zamandır bu ânın hayaliyle yaşadım bilir misin? Artık sabrım kalmadı kavuşayım Ona” diyemedim! Derviş Denize demek istediklerimin hiç birini diyemedim. Şeyh efendiyi görmeden ben bu halde isem, görünce ne ederim. Birkaç dakika sonra herkes ayaklanıverdi…

“Geldi, geldi gönüllerin sultanı geldi” dedi dervişlerden biri. Bende diğer dervişler gibi yerimden hızlıca ayağa kalktım. Heyecandan ne edeceğimi bilemedim, elimi ayağımı nereye koymam gerekiyordu, ne etmem gerekiyor… Ayakta durmakta zorlanıyordum. O an dervişlerden biri herhangi  bir şey sorsa mümkün değil cevap verecek durumda değildim. Dervişler ne ederse bende onu ediyordum. Onlarla birlikte sıraya girdim. İşte o an, o an olanlar oldu… Şeyh Abdullah Efendi Hz. mescitten içeriye doğru giriverdi. Aman yarabbi… Onun içeriye girmesiyle o an sanki içerimde şimşekler çaktı. Aradığım sonsuzluğa çıkacak o yolu bulmuştum. Gördüğüm hazinenin benzersiz parçası, dertlilerin devası, gönüllerin ilacı, arayanların peşinde ömür tükettiği, göreni lâl ettiği ab-ı hayatı bulmuştum. Onu bulan ki dünya hazinelerinin sahibi olur! İşte buldum! Eşiğine getirildim… Bu dergah bu mekan rüyamı bu yaşadıklarım. Hayır, hayır hakikat rüya değil bizzat gerçeğini yaşıyordum. Rüyalarımda gördüğüm Mürşidi kamil tam da kendisiydi. Gözlerimi onun nur cemalinden alamıyordum, ayıramıyordum.

Halka kuruldu. Sessizce halkaya dahil oldum. Ellerim halen titriyordu, bir türlü sakinleyemiyordum. Yanımdaki derviş anlamış olmalı ki elimi tuttu, sırtımı sıvazladı.

“Bilirim bu halleri, hoş geldin aramıza” dedi.

Kendime gelemeden bir ses yükseldi ta içerime işledi…

“İlahî ente maksudî ve rizake matlubî; âtini muhabbetike ve marifetike…

Ey Rabbimiz maksadım gayem bütün arzum sensin. Senin rızanı kazanmak istiyorum ve sana kavuşmayı arzu ediyorum.” Buyurdu, Hoca Efendi.

Dervişlerden hep bir ağızdan “amin” yankılandı.

Hoca Efendinin talimatı üzerine “Allah, estağfurullah daim estağfurullah”

Dervişler hep birlikte, aynı anda, aynı hizada talimatlara tam tamına uyuyordu…

“Allah, estağfurullah daim estağfurullah, Allah, estağfurullah daim estağfurullah…” diyordu. Bende onlara eşlik ediyordum.

Ağlamak istiyordum, ağlayamıyordum… Boğazımda sanki bir şey var… Boğazıma  saplanan o yumru git gide canımı acıtıyordu, bir ağlasam, içimi bir döksem… Ko gitsin kendini ağla, ağla diyordum Allah aşkı ile ağlamayacaksa bu gözler ne vakit ağlayacak. Bütün varlığımla pişmanım, şimdiye dek senin olanı senden kaçırdım Allah’ım tövbe… Tövbe çok mahcubum Vallahi billahi tövbe işlemiş olduğum her bir hataya tövbe izzeti dergahında kabul buyur Allah’ım söz veriyorum daha işlememeye… Tövbe… Ve kendimden geçmişim yere yığılıp kurtarılmayı beklemek tek çözüm olsa gerek… Kuyunun dibindeki kurtarıcısını gördüğü vakit ancak bu kadar mahcup bir sevinç yaşayabilirdi… Tuttum elinizden Şeyhim bırakmayın elimi… Ayağa kaldırıldım. Halka ya tekrar dahil edildim, tuttuğum el çekti çıkardı adeta beni bulunduğum karanlıktan…

Hoca efendinin talimatı ile birden ayaklandı dervişler. Kendimi toparlayıp şöyle bir silkelenip bende onlarla birlikte ayaklandım. Mübarek ağzından şu sözler dökülüverdi.

 

“Gelin Allah diyelim

 Kalpten pası silelim

 Alemler seyredelim.

 Allah Allah dedikçe…”

 

Şu mescidin dört duvarı bir dile gelse de o anlatsa ya olan biteni. Demek istediklerimi diyemiyordum. Kelimelerim tükendi, bu halleri anlatmaya yetmiyordu…

“Allah, Allah, Allah”… Diye devam ediyorken

Aşk ile aşk-ı muhabbet ile buyuruyordu Hoca Efendi.

Dervişlerin sesi yavaştan yükseliyor mescidin her bir alanını sarıyor kuşatıyordu göklere ta göklere ulaşıyordu adeta.

Dervişlerden biri:

“Oldu göklerde bayram

Hatm-i hâce olunca

Gök ehli oldu hayran

Hatm-i hâce olunca

 

Saf saf geldi melekler,

Kabul oldu dilekler

Sallandı hep felekler

Hatm-i hâce olunca” dedi.

 

İlahi nakaratıyla söylüyordu. Sözleri ta içerime işledi… Yaktı, yaktı, yaktı kül eyledi. İlahi eşliğinde devam ederken diğer dervişlerde “Allah, Allah, Allah” Esmasını zikir ediyordu. Dervişlerin her birinin sesi aynı anda çıkıyordu…

Allah, Allah, Allah…

 

“Nefis hizaya geldi

Mürid maksuda erdi

Kınayanlar hak verdi

Hatm-i hâce olunca

 

Allah dedi yürekler

Yere eğildi gökler

Geldi seyyah melekler

Hatm-i hâce olunca

 

Melekler eder secde

Müritler gelir vecde

Kalktı aradan perde

Hatm-i hâce olunca”

 

Sanki, daha önce duymayan ben yeniden duyuyor gibiydim… Sanki daha önce görmeyen ben yeniden görüyor gibiydim… Yeniden, yeniden doğuyor gibiydim…

 

“Rab ile kelâm oldu,

Dergah sekinet doldu,

Âşık ‘Mâşuku’ buldu

Hatm-i hâce olunca…

 

Allah seni zikreder

Şu kullara bakın der

Cennette ayırır yer

Hatm-i hâce olunca.”

Zikir meclisi bittikten sonra epey bir vakit sessizliğe burundum. Uzun uzun sadece düşündüm… Bu hal ile bu tattığım lezzet ile uzun uzun kalayım istedim. Daha doğrusu dünyaya dönmek istemedim. Dilimde devamlı şu sözler vardı…

 

Rab ile kelâm oldu,

Dergah sekinet doldu,

Âşık ‘Mâşuku’ buldu

Hatm-i hâce oldu…

Âşık ‘Mâşuku’ buldu… Hatm-i hâce oldu… âşık ‘Mâşuku’ buldu...Hatm-i hâce oldu! Hatm-i hâce oldu! Hatm-i hâce oldu…

 

Dervişlerden biri yanıma geldi diz çöktü hafifçe de bir tebessüm etti. Sanki birilerinin yanıma gelmesini bekliyormuş gibi hemen: “Zikirde söylenilen o ilahi… Hatm-i hâce bu sözlerin yazarı kim? Biliyor musun?” diye sordum.

Derviş: “Elbette, sözleri gönüllerimizin sultanına Mürşidimiz Abdullah Hoca Efendiye aittir. Neden sordun ki?”

“Bu sözler beni çok etkiledi, Daha önce hiç bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum”

“Aldın mı? Gülü” dedi.  

“Aldım!” diye cevap verdim.

“Hoş geldin aramıza derviş” dedi.

“Hoş buldum, hoş buldum.”

Payıma düşeni almıştım o gece… Zikirden sonra dervişlerle çay haneye geçtik. Zikir meclisinden sonra kısa bir sohbetimiz oldu. Hoca Efendinin o gönle hitap, gönülleri mest eden sohbetinden bir kısım.

 

Tasavvuf Demirden Leblebidir

“Biliyorsunuz, Cenab-ı Allah (c.c) hazretleri, Kendisini Kur’an-ı Azimüşşan’da zikretmemizi biz müminlere emretmektedir. Bu zamanla da mukayyet değildir. Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) her zaman Cenab-ı Allah’ı zikrederdi. O’nun dilinden hiçbir zaman düşmezdi. Çok defa bunu söylemişizdir. Ve bütün Peygamberlerde, hep Cenab-ı Allah zül celal hazretlerini zikreder, tesbih ederlerdi. Sadece Mevla’yı zikreden müminler, insanlar değil ki; dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar; bizim gördüğümüz, görmediğimiz bütün varlıklar Cenab-ı Mevla’yı zikreder. Bulutlar, düşen yağmurlar bile hazreti Mevla diye, Hakk Hakk diye düşer. Cenab-ı Mevla’yı zikreder. Onun için bu güzel müesseseler, dergahlar, Peygamberlerden itibaren tesis etmeye başlamıştır. Cenab-ı Allah’ı zikreden dergâhlar, hangâhlar, zikredilen yerler tesis edilmiştir. Kıyamete kadar da devam edip gidecektir. Mutlaka Cenab-ı Allah’ı zikreden bir cemaat bulunacaktır.

 

‘Ya Resûlullah İslami şeriat çoğaldıkça çoğaldı. Arttıkça artıyor. Bana kendisiyle kısa yoldan cennete gideceğim bir ameli söyle…’ böyle soru soruldu, Peygamber Efendimize (sav).

Peygamber Efendimiz de cevaben:

‘Öyle bir amel sana söyleyeceğim ki bu amel altın hazineler gibi altınların sahibi olurda onu infak etmekten daha hayırlıdır. Yine bu hazineler dolusu gümüşe sahip olursun. Onu infak etmekte, fakir fukaraya dağıtmaktan daha hayırlıdır. Düşmanlarla cephe de vuruşursun. Ya şehit olursun ya gazi. Şehitte olursan ondan daha hayırlıdır. Gazi de olursan ondan daha hayırlıdır.’’

Yedi tane güzel amel içerisinde bulunan bu amel nedir?

‘Senin dilin Allah’ın zikriyle ıslak olsun. (Tirmizi, Deavât, 4, T3375) buyurdu.

…..

O gece Hoca Efendinin sohbetiyle yeni bir ben oldum. Yeniden doğdum o gece… İçerimdeki kuruttuğum çiçeklerin bakımı üstlendi o gece… Yoğun ilgi ve şefkat ile tohumlar saçıldı, ekildi, sulandı, biçildi hatta bazıları aynı gece yeşermeye başladı o gece…

Bu yaşadıklarımdan şunu anladım…

Bahçıvan olmadan olmaz imiş. Ben kendi kendimi ne eğitebilirim, ne de yonta bilirim… Sağlam bir niyet ile haydi birlikte yeşerelim…

Şeyh eşiğinde, Şeyh ilinde…

Top