Sûfi zâhidlerden Ebû Abdullah Ahmed b. Yahya Cellâ, aslen Bağdatlı olup Remele ve Şam’da ikamet etmiştir. Şam’ın büyük şeyhlerindendir. Ebû Turab, Zünnûn, Ebû Ubeyde Busrî ve babası Yahya Cellâ’nın sohbetinde bulunmuştur. İbnü’l-Cellâ anlatıyor: “Anne ve babama, ‘beni Aziz ve Celil olan Allah’a hibe etmeyi arzu eder misiniz?’ dedim. Onlar da: ‘Seni İzzet ve Celâl sahibi olan Allah’a hibe eyledik’ dediler.
Bunun üzerine memleketi terk ettim ve bir müddet onlara görünmedim. Karanlık bir gece vakti memlekete döndüm. Kapıyı çaldım. Babam: ‘Kim o?’ diye içerden seslendi. ‘Oğlun Ahmed’ dedim. Babam: ‘Bizim bir oğlumuz vardı. Onu da Allah Teâlâ’ya bağışlamıştık. Biz Arabız, verdiğimiz şeyi geri almayız’ dedi ve bana kapıyı açmadı.”
İbnü’l-Cellâ der ki:
“Katında yerme ile övme eşit olan zâhid; farzları ilk vaktinde kılan âbid, bütün fiilleri Allah’tan gören ve ondan başka fail görmeyen kimse muvahhid adını alır. Muvahhid, vâhid olan Allah’tan başkasını görmemektedir.”
İbnü’l-Cellâ, vefat edince baktılar ki, gülüyor. Doktor ‘bu zat henüz sağdır’ dedi. Nabzına baktı, ‘ölmüş’ dedi. Sonra açtı yüzüne baktı. ‘Sağ mı, ölü mü bilemiyorum’ dedi. Cildinin altında “Allah” (veya lillâh, Allah için) kelimesi şeklinde bir damarı vardı.
İbnü’l-Cellâ (r.a) diyor ki:
“Üstadımla giderken güzel bir oğlan gördüm ve ‘Üstad, Allah bu endama azap eder mi dersiniz’ dedim. Dedi ki: ‘Nasıl olur da bu oğlana bakarsın! Yakında akıbetini göreceksin.’ Gerçekten de bu hadise üzerine ezberlediğim Kur’ân’ı yirmi sene unuttum.”