Mürid kendi varlık ve benliğine ait düşünce ve şekillerden temizlenmeye başlar. Bunda ne kadar yoğunlaşırsa o kadar iyidir. Mürid yoktur, Mürşid vardır. Bu düşünce müridi kuşatır. Etine-kemiğine, damarına, kanına, hücrelerine, tüylerine yayılır.
Râbıta yapan bir mürid tüm hassalarını, duygularını zâhiren ve bâtınen hayalinde tasavvur ettiği Mürşidine yöneltecektir. Kalbine ne türlü düşünce gelirse hemen nefyedecek, kalbi boş ve hazır bulunduracaktır. Bunun neticesi şudur:
Mürid kendi varlık ve benliğine ait düşünce ve şekillerden temizlenmeye başlar. Bunda ne kadar yoğunlaşırsa o kadar iyidir. Mürid yoktur, Mürşid vardır. Bu düşünce müridi kuşatır. Etine-kemiğine, damarına, kanına, hücrelerine, tüylerine yayılır. Sonra yavaş yavaş bir kendinden geçiş, kaybolma başlar. Buna “gaybet” (kendinden geçiş) tabir ederler. Bu uyku değildir. Mürid vardır ama varlığına şuuru yoktur. Kendini bilir ama göremez. Buradaki incelik şudur: Mürşidin feyz ve nûru müridin ruhunu genişletir (bast hali) . Rûhun nurları baskın olunca bedeni hisler zayıflar ve kişi manâ âlemine adım atar. Bunun sonucu da kendinden geçiş ve dalıştır. Bunun en küçük örneği uykuya dalan kişide bedenî hislerin azalması ile kişinin rüya-misal âlemine girebilmesidir. Bu yukarıda anlatılan gaybet küçük fenâdır (benlikten sıyrılma). Mürşidin nûrları müridin beşeriyet zulmetini örtmüştür. Yok oluş dereceleri 3’tür.
Fenâfi’ş-Şeyh: Mürşidin nûrunda yok oluş
Fenâfi’r-Rasûl: Peygamberimizin (s.a.s) nûrunda yok oluş
Fenâfillâh: Hz. Allâh’ın (c.c) esmâ, sıfât, fiil, Zât nûrunda yok oluştur.
Bundan sonra:
“Kulum bana öyle yaklaşır ki ben onu severim, sevdiğim zaman tutan eli, gören gözü, yürüyen ayağı, söyleyen dili, işiten kulağı olurum, bunları benimle yapar” kudsî hadîsinin sırrı zuhûr eder.
Evliyâlık, yani velâyet bu 3 yok oluş mertebesini kâmilen, tamamen yaşamakla olur. Bu dereceleri geçen evliyâlık mertebesine ayak basmıştır.
Kulun kendi sıfat ve vasıflarından sıyrılıp çıkması fenâ, Allah’ın (c.c) sıfat ve vasıflarıyla süslenmesi, insanın kendisini etrafındaki halkı, eşyayı görememesi yani varlıklarına şuuru olmaması bekâdır. Fenâ ve bekâyı yaşayan her şeye asli tabiatı ve hali üzere bakar ve âlemde var olan eşyadaki türlü türlü tecelliyatı ve hikmetleri seyreder ve hayattan zevk alır…
Tasavvufta, kötü huyların davranışların yok olması fenâ, yerlerini güzel huyların ve davranışların alması bekâdır.
Her yok oluşun bir istiğrakı yani rûhun dalma, gömülme ve kaybolması vardır. Sebebi ise; Mürşidin nûru müridi kaplarsa mürid bunda gark olur, bu nur müridi aynı Mürşidine benzetir, onda yok eder. Mürşiddeki güzel huy, ilim, marifet, sır, ledünnî ilimler Müride yansır.
Bu halde mürid gayriyet (İkilik) halinde ise sıfat yönünden fenâdadır. Mürşidin sıfatında yok olmuştur. Bu mürid, Mürşidi yumuşak sıfatsa sever, celal sıfatsa kaçınır. Zatında yok olansa şeyhinden ne görürse görsün ayrılmaz, her an sevgisi artar. Buna “ayniyet hali / birlik” denilir. Diğer istiğraklar ve yok oluşlar da buna göre kıyas olunur.
Bundan sonra mürid kendine gelir. Bu bahsedilen hal başlangıçta yarım saat kadar müridi sarar. Sonra bu halin sarhoşluk bâkiyesi devam eder. Daha sonraları bu teveccühte devam ettikçe 1-2 saat sürer. Bu haller içinde mürid elinde olmadan Mürşidi gibi davranmaya başlar. Söylediği sözler, Mürşidinin deryasından ruhundan akıp müridin diline gelir.
Burada “telebbüsi râbıtaya” değinmek faydalıdır. Telebbüsi râbıta, Mürşidin rûhunu bir elbise, libas gibi giyinmeye derler. Namazda, Kur’ân okur veya dinlerken, zikirde, yemekte, içmekte vs. Mürşidin hâline bürünmektir. Bu hem çok faydalıdır, hem irtibatı devam ettirir, gafleti dağıtır. Hem de fenâfi’ş-şeyhi çabuklaştırır.
Bu arada müridin varlığı vardır. İkilik silinmemiştir. Mürid bu hali bir bulur, bir kaybeder. Kaybedince hemen toplaması gerekir. “Yapamıyorum” demek şeytanî ve nefsânî bir vesvesedir. Râbıta öyle hoş ve zevklidir ki yaptıkça tadı artar ve mürid bir zaman sonra soluk alıp verme gibi râbıtayı bırakamaz hale gelir.
Mürşidin ruhuna yansıyan tecellî müridi istila eder. Burada dikkat edilecek olan şey müridin bunları kendine mâl etmemesi, sahiplenmemesidir. Yoksa ayaklar –neûzübillâh- kayar.
Râbıta gönül gözünü tez açar. İlk anda mürid, Mürşidin misalî bedenini yani rûhânî vücûdunu görebilir. Bunda da dikkatli olmalıdır. Çünkü hayal saf olmamıştır. Vehim kendi yonttuğu suretleri müridin hayal perdesinde oynatır, söyletir. Mürid de bunları hakikat sanır.
Burada uyanık mürid hemen görünen surete müdahale eder. Mesela o suretin takkesi, cübbesi varsa renginin değiştiğini yada hayalindeki suretin hareket ettiğini (el kaldırdığını, güldüğünü vs) düşünür. Değişirse görüntü hayalidir. Kendi hayalindeki bir düşüncedir. Çünkü Mürşidin rûhu hayal değildir, misal âleminde görünür. Bu âlemde ise müridin hayalleri müdahale yapamaz. Fakat burada da şeytanın müdahalesi açıktır çekinmek gerekir. Dikkat edilirse tasavvuf yolunda Mürşid olmadan yürünülemez. Kişi kendi kendini irşad edemez. Mürid tabiatına uygun misalleri düşünür. Mesela tabiatı yemek ve tatlıya meyyal bir mürid, hayalinde Mürşidin kendisine bunları getirdiğini düşünür hayal eder, bunları da gerçek sanır. Hâlbuki hakikat bundan yücedir. Bu bahis uzundur, bu kadarı ise yeterlidir.
Ulvî ruhlar “gel” demekle gelmez, “git” demekle gitmez. Düşünceler, hayaller ve süflî ruhlar ise anında hazır mevcut olurlar. Asıl olan suret müşahedesi değil “Kâmil Ruhtan” (Mürşidden) noksan ruha (Müride) feyz akışıdır. Manen Mürşidin rûhunu görmek mümkün ve vakidir ancak bunun da şartları vardır. Binde bir müride ancak nasib olur, çokları üstte anlatılan durumdadır.
Hayri Baba (k.s) Hz.leri:
“Râbıtada illâ görmek gerekmez. Sen râbıtanı yap, o yerine ulaşır. Görene ne varsa görmeyene de o var… Sen göremesen de Mürşidin seni görür” buyurmuştur.
Beyt:
Gözümü ve gönlümü başka ne meşgûl eder,
Gözüm hep seni arar, gönlüm hep seni diler.
Nerede ve kiminle, ne hâlde olsam ey yâr,
Gönlüm seni arzular, gözümde hayâlin var.
Râbıtada yok oluş müridin her anını 24 saat kuşatırsa o mürid uykuda bile Mürşidi iledir. Gecenin bir yarısı uyansa ilk Mürşidi aklına ve kalbine gelir. Gözünü açar açmaz Mürşidine dua eder, himmet talep eder. Hiçbir şekilde ondan ayrı kalamaz.
Mürid gün geçtikçe sonsuz bir huzûra dalar. Bu huzur müridin varlığındaki gafleti kaldırır.
İbnu Abbas’tan (r.a) rivayet olunur ki;
O, Peygamber (s.a.s) Efendimizi rüyasında görmüştü. Peygamber Efendimizin (a.s) aynasına baktı. Aynaya baktığında da kendisini değil, Peygamber Efendimizi (a.s) gördü. İşte bu, tasavvuf ehlinin ıstılahında, râbıtada yok olmaktır.
İki şahsın ister uykuda isterse uyanık iken bir arada bulunmalarına sebep, aralarında birleştirici bir unsur olmasıdır. Bu da beş şekilde gerçekleşebilir.
1. Zatta ortaklık (Zatını Mürşidinde yok ediş)
2. Sıfatlarda ortaklık (Sıfatını Mürşidinde yok ediş)
3. Halde ortaklık (Hal ve zevkini Mürşidinde yok ediş)
4. Fiillerde ortaklık (Davranışlarını Mürşidinde yok ediş)
5. Mertebelerde ortaklık (Varlık rütbesini Mürşidinde yok ediş)
Burada mürid, Mürşidin makamına, mertebesine ortak olmaz, kendini feda ettikçe Mürşidinde yok olduğu belirtilmiştir. Müridin varlığı Mürşid ile dolunca bu ortaklık anlaşılmış olur. Müridin eli, sözü, gözü Mürşidin eli, sözü, gözü olur. Mürid; ilmini, anlayışını, hal, zevk mertebelerindeki idrakini Mürşidinin meşrebine adapte eder.
Kim bu saydığımız beş aslı tahsil eder de arada manevî münasebeti kurabilirse, istediği zaman bir araya gelebilir ve feyz alabilir. Her bir asıl, kişinin kendisini şeyhine adım adım bağlamasıyla olur. Bu beş asıldan birini yakalayana diğerleri tecelli eder, verilir. Yani Mürşidden diğerleri de yansır. İnsan öyle bir halde olacak ki mürşidiyle her halinde bir ortaklık meydana gelecek. Bunun da en iyi yolu muhabbettir.
Peygamber efendimiz (s.a.s):
“Kişi, sevdiği ile beraberdir” diyor.
Eğer bir insan birini seviyorsa onun yapmış olduğu her hareket hoşuna gidecek ve zamanla onun yaptığı şeyleri yapmaya başlayacaktır. Böylelikle bir ortaklık doğar. O insanda onun sıfatına bürünecek, onun halini telakki etmeye başlayacaktır.
Râbıtası sağlam olan, Mürşidinin sevdiğini sever, sevmediğini sevmez. Enes (r.a) kabak yemeğini pek yemediği halde Efendimizin (s.a.s) yemek içinde kabak araştırdığını görünce “En sevdiğim yemek kabak oldu” demiştir. İşte bu, kâmil râbıtadır.
Tarikatta yapılan her şey bir basamaktır. İlk önce şeyh, sonra Rasûlullâh (s.a.s) sonra da Allahü Teâlâ murakabe edilir. Bunların hepsi kademe, kademedir. Direkt üst kademeden başlamak mümkün değildir.
Hatta şu bir kaidedir. Hayri Baba (k.s) buyurmuştur ve Mürşidimizden de işitilmiştir ki:
“Bir mürid manen Rasûlullah (s.a.s) Efendimizle görüşebilecek hale gelse ve ona deseler ki ‘Efendimiz seni çağırıyor’ sakın hemen gitmesin! Evvela Mürşidinin ruhunu bulup o önde, kendisi arkasında öyle huzura gitsin yoksa kendi giderse ona derler ki: ‘Senin manevi rehberin, nerede?’ Bu bir nevi edebi aşmak olur. Neûzübillâh...”
Râbıta hayat boyu devam eder, terk edilmez.
Şeyh Müştâk Kâdirî (k.s):
Hüdâ’yı ten gözüyle görmek olmaz, Mürşidi seyret!
Cemâl-i Mürşidi âyine kıl kim, olasın irşâd.
Anlamı: Mürşidin güzel yüzünde İlahî nûru seyretmenin lezzeti müridi kendinden geçirmeye yeter.
Beyt:
Âcizliğimden bu kadar haber verebiliyorum,
Çünkü yanağından gözümü ayıramıyorum.
Burada yanak Mürşidin ilâhî nûru yansıtan sıfatlarıdır. Onun her hali Kur’ân ve Sünnet’e uygundur. Bu hal yavaş yavaş müride geçmeye başlar. Râbıta bahsinde konu, çok uzundur. Çünkü “Râbıta, sırrullâhi ekberdir / Allah’ın yeryüzündeki en büyük sırrıdır” denilmiştir.