Muridan
Vecd - İmâm Gazalî

Vecd - İmâm Gazalî

Vecdin hakikati ve mahiyeti hakkında halkın uzun konuşması vardır. Halktan, sûfileri ve dinleme ile ruhlar arasındaki münasebet yönüne bakan hakîmleri kastediyorum. Bu bakımdan biz, onların sözlerinden, lafızlar ve deyimler nakledelim. Sonra oradaki hakikati keşfetmeye çalışalım. Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: ‘Semâ hakkın bir elçisidir. Kalpleri Hakk’a doğru sevk etmek için gelmiştir. Bu bakımdan ona hakkıyla kulak kabartan ve dinleyen bir kimse hedefe varır. Nefis ve tabiatla onu dinleyen bir kimse zındıklaşır!’

 Sanki Zünnun-i Mısrî vecdi, kalpleri Hakk’a doğru tahrik etmekten ibaret olarak görmektedir. Zira Hakk’ın elçisi geldiği zaman, Zünnun bunu görmüştür. Zira semâya ‘Hakkın elçisi’ demesi de böyle gördüğünü ifade eder.

 Ebu Hüseyin Dirac, ‘semâ’da gördüğü hakikatten haber vererek şöyle demiştir: ‘Vecd dinlemek anında mevcut olandan ibarettir.’ Sonra devamla şunları söyledi: ‘Dinlemek beni hâl ve heybet meydanlarında gezdirip bahşiş olarak bana Hakk’ın varlığını gösterdi. O da safa kadehiyle bana içirdi. Onunla rıza konaklarına vardım; Vecd tenezzüh ve genişlik bahçesine çıkardı.’

 Şiblî (bazı nüshalarda Sa’lebî) şöyle demiştir:’Teganninin zahiri, fitnedir. İçi ise ibrettir. Bu bakımdan işareti bilen bir kimse için ibareyi dinlemek helâl olur. Aksi takdirde ibareyi dinlemek fitneyi çağırır ve insanı belaya maruz bırakır.’

 Seleften biri şöyle demiştir: ‘Teğannî dinlemek marifet ehli için ruhların gıdasıdır. Çünkü teğanni diğer amellerden incelip gizlenen bir vasıftır. İnceliğinden ötürü tabiatın inceliğiyle, saflığıyla idrak olunur.’
 Amr b. Osman el-Mekkî şöyle demiştir: ‘Vecdin keyfiyeti hiçbir ibare ile anlatılamaz. Çünkü vecd, yakın ve mü’min kulların nez dinde Allah’ın bir sırrıdır.’

 Seleften biri şöyle demiştir: ‘Vecd, Hakk’tan keşiflerdir.’

 Ebu Said b. Arabî şöyle demiştir: ‘Vecd, perdenin kaldırılması, murakıbın müşahedesi, anlayışı, huzur-u gaybın mülahaza ve gözetmesi, sırrın muhadesesi, gaybın ünsiyetidir. Sen sen olduğun için vecd senin faniliğindir.’

 Yine şöyle demiştir: ‘Vecd Allah marifetinde ihtisas sahibi kılınanların derecelerinin ilkidir. Gaybı tasdik etme mirasıdır. Onlar vecdi zevk edip vecdin nûru kalplerinde parladığı zaman her şek ve şüphe kalplerinden sökülür.’

 Yine şöyle demiştir: ‘Vecd perdeleyen nefsin ilgi ve sebeplerle alâkadar olmasının eserlerinin görünmesidir. Zira nefis, sebeple riyle perdelidir. Sebepler kesildiği zaman zikir hulûsa erdiği, kal bin ayıldığı, incelip saflaştığı ve kalpteki va’z u nasihat karar kıldığı, kalp münâcaatın yakın bir yerine indiği, muhatap edindiği, dinleyen kulak, hazır olan kalp, zahir olan sır ile hitabı dinlediği zaman, işte o zaman boş bulunduğu şeyi müşahede eder. Müşahede edilen o şey vecddir. Çünkü kalbin yanında yok olan bir şey var olmuştur. (Vecd de bu demektir).’

 Vecd odur ki, korkutucu bir hatırlamanın, heyecan verici bir korkunun, herhangi bir kayıştan ötürü bir serzenişin veya latife ile bir konuşmanın veya bir faydaya işaret etmenin, kaybolan bir şevkin üzüntüsünün, geçmiş zamandan dolayı pişmanlığın mey dana gelmesi, vacibe çağırıcının veya sır ile münâcaatın bu lunduğu bir zamanda mevcut olan şeye vecd denir. Vecd demek zahiri zahirle, bâtıni’ bâtınla, gaybı gaybla, sırrı sır ile karşılaştırmak, lehinde olanı aleyhinde olanla ortaya çıkarmak demektir. Vecd, senin elde etmek için gayret sarfetmeni gerektiren ve daha önce yazılan şeydendir. Bu bakımdan bu senden olduktan sonra senin için yazılır. Kıdemsiz kıdemin sabit olur. Zikirsiz zik rin karar bulur. Zira nimeti ilk başta veren, seni sevk ve idare eden O’dur. Bütün işler O’na döner. İşte bu vecd ilminin görünür ta rafıdır.

 Sûfîlerin vecd hakkında bu tür konuşmaları oldukça çoktur.

 Hukemânın Sözleri

 Onlardan biri şöyle demiştir: ‘Kalpte şerefli bir fazilet vardır. Nutk (konuşmak) kuvveti onu lafızlarla çıkarmaya güç yetiremez. Bu bakımdan nefis onu tegannilerle çıkartır. O belirince nefis sevinir ve ona karşı atılır. Bu bakımdan nefisten dinleyiniz. Onunla münâcaat ediniz. Zahirîlerin münâcaatını terk ediniz.’
Bazıları da şöyle demişlerdir: ‘sema’nın neticeleri, görüş ve düşünceden aciz olanı harekete geçirmek, fikirlerden uzaklaşanı düşünce sahasına çekmek, yorulmuş zihin ve görüşleri kes kinleştirmektir ki kaybettikleri geri gelsin, acizliği kuvvet bulsun, bunalmışlığı durulsun. Her görüş ve niyet de alabildiğine yürü sün. Bazen isabet, bazen de yanlışlık yapılsın. Gelsin, tehir olmasın.’

 Başka biri de şöyle demiştir: ‘Fikir belli olan ilme götürdüğü gibi, dinlemek de kalbi ruhanî âleme götürüp kapısını çaldırır.’

 Başka birine nağme ve vuruşların vezninin ahenginde azalarının tâbii olarak hareket etmesinin sebebi sorulduğunda şöyle demiştir: ‘Bu aklî bir aşktır. Aklî âşık ise iskeletin bir parçası olan dil ile maşukunu çağırmaya muhtaç değildir. Aksine onu, gülüm semekle sevindirir ve münâcaatta bulunur. Göz kırpmakla kirpiklerin ince hareketleriyle’ kaşlarla ve işaretlerle münâcaat eder. Bütün bunlar konuşurlar ve birer ruhanîdirler. Hayvaniyete mensup olan âşık ise iskelete ait olan mantığı kullanır ki, o mantıkla zayıf şevkinin zahirini ve semeresini tabir edebilsin. Zayıf aşkını ifade etsin.’

 Başka biri de şöyle der: ‘Üzülen bir kimse nağmeleri dinlesin. Zira üzüntü nefse girdiği zaman nûrunu söndürür. Nefis se vindiği zaman nûru parlar. Sevinmesi görünür. Bu bakımdan kabul edende kabuliyet miktarınca iştiyak görünür. Bu ise kalbin saflığı, hile ve dünya kirlerinden temiz olması miktarınca takdir edilir.’

 Semâ ve vecd hakkında söylenilen sözler pek çoktur. Hepsini zikretmek sûretiyle çoğaltmanın hiçbir manası yoktur Bu bakımdan biz vecdin neden ibaret olduğunu anlatmaya çalışalım. Vecd semânın neticesi olan bir halden ibarettir. Vecd semânın akabinde hakkın yeni gelen bir elçisidir. Dinleyen nefsinde onu gö rür. O hâl ise iki kısımdan uzak ve boş değildir: Zira o hâl ya mükâşefe ve müşahedelere dönüşecektir böyle bir hâl ilim ve ikaz lar türünden ve nevindendir veya o hâl ilimlerde olmayan şevk, korku, üzüntü, ızdırap, sevgi, esef, pişmanlık, açıklamak ve durgunluk gibi olan ve ilimlerden olmayan hâl ve değişimlere dönüşür. Bütün bu halleri, teganninin dinlenmesi kabartır ve tak viye eder. Eğer dinlemek, zahiri tahrik etmekte tesir etmeyecek veya teshir etmeyecek veya hali değiştirmeyecek kadar zayıf ise, veya âdetinin hilafına hareket eder veya gelir veya nazardan, nutuktan ve hareketten, âdetinin hilafı üzerine sükûnet bulursa, o zaman onun ismine vecd denilmez.

 Eğer zahirin üzerine tebellür ve terettüp ederse, buna vecd denir. Zahiri değiştirmesi ve tahrik etmesi gelişinin kuvveti hasebiyle ya zayıf veya kuvvetli olacaktır. Zahirin bozulması ve değişmeden korunması, vecde tutulan kişinin kuvveti ve azalarını zapt u rapt altında bulunduracak kudreti nispetindedir. Bazen vecd, bâtında güçlenir. Sahibi güçlü olduğu için zahirde bir değişme meydana gelmez. Bazen de gelenin zayıflığı ve tahrik etmesinin az olmasından ötürü açığa çıkmaz ve görünmez. Çünkü birleşme düğümünü çözmeye kudreti yoktur! Birincinin manasına Ebu Said b. Arabî işaret etmiştir. Zira vecd hakkında şöyle demiştir: ‘Vecd kontrol edenin müşahedesi, anlayışın huzuru ve gaybın mülaha zasıdır.’ Bu bakımdan “semâ”dan önce keşfolunmayan bir eserin keşfine semâ sebep olabilir. Zira keşif birkaç sebeple meydana gelir. O sebeplerden birisi ikaz etmektir. Teganni dinlemek ise kişinin teganniden önce haklarında gafil bulunduğu birçok işe dikkatini çekip ikaz edicidir.

 O sebeplerden biri de hallerin değişmesi, nefsinde müşahede ve idrak etmesidir. Zira halleri idrak etmek de vecdin gelmesinden önce malum olmayan birçok işin izahını ifade eden bir tür ilimdir.
 O sebeplerden biri de kalbin saflığıdır. Semâ kalbin tasfiyesinde müsbet tesir ve etki yapar. Kalbin tasfiyesi ise keşfe sebep olur.

 O sebeplerden biri de semanın kuvvetiyle kalbin coşmasıdır. Bu bakımdan kalp, bu coşuştan ötürü, o kuvvetten önce aciz olduğu şeylerin müşahedesine kuvvet kazanır. Nitekim devenin, sürücü sünün nağmelerini dinlemeden önce taşıyamadığı yükü, nağmeler sayesinde taşımaya muktedir olduğu gibi... Kalbin ameli daima keşfetmek ve melekut âleminin sırlarını mülahaza edip düşünmektir. Nitekim devenin de ameli ağır yükleri taşımak olduğu gibi.. Bu bakımdan bu sebepler vasıtasıyla semâ keşfe sebep olur. Hatta kalp saflığa kavuştuğu zaman, çoğu kere müşahede sûretinde hak kendisine görünür veya manzum bir lafzın içinde kulağına gelir ki eğer insan uyanıkken duyulursa bu hatif (gaibden gelen ses) diye tabir edilir... Eğer uyku halinde duyulursa, rüya diye tabir edilir. Bu ses nübüvvetin (peygamberliğin) kırk altı parçasından bir parçadır. Bunun tedkik ve tahkiki muamele ilminin dışındadır.

 Nitekim Muhammed b. Mesruk el-Bağdadî şöyle demiştir: ‘Cahiliye günlerimde bir gece sarhoş olduğum halde çıktım. Ben o anda şu şiiri terennüm ediyordum.

 Tur-i Sina’da bir üzüm bağı var ki oraya uğradığında O üzüm sularını bırakıp, su içen kimseye şaşarım!
O anda birinin şöyle dediğini duydum:

 ‘Cehennemde bir su var ki o suyu içenlerin içinde barsak denen bir şey bırakmaz!’

 Muhammed b. Mesruk diyor ki: ‘Bu söz benim tevbemin, ilim ve ibadete yönelmemin sebebi oldu.’
İşte teganni bir kalbin tasfiyesine nasıl tesir etti ki, cehennemin sıfatı hakkında hakîkat kendisine belirip anlaşılır, vezinli bir lafzın içinde tahakkuk etti ve bu lafız onun zahiri kulağına gelip girdi.
Müslim Abadanî şöyle demiştir: Bir ara Salih el-Merî, Utbet’ul Gulam, Âbdülvahid b. Zeyd ve Müslim el-Esvarî yanımıza geldiler. Deniz, sahilinde konakladılar. Ben bir gece onlar için yemek hazırladım. Onları yemeğe davet ettim, onlar da geldi. Yemeği önlerine getirdiğim zaman, bir şair sesini yükselterek şu beyti okudu:

 Ebedıyyet evinden, yemekler seni meşgul mü ediyor?

 Kılavuzluğu fayda vermeyen nefsin lezzeti seni meşgul mü ediyor?

 Ravi der ki: ‘Utbetu’l-Gulam bağırarak düşüp bayıldı. Diğerleri ise, ağlamaya başladılar. Ben yemeği önlerinden kaldırdım. Allah’a yemin ederim onlar o yemekten bir lokma dahi tatmadılar.’

 Nitekim kalbin saflığı halinde gaibden ses duyulur ve göz ile Hızır’ın sûreti görülür. Zira Hızır, kalp sahiplerine çeşitli sûretlerde görünür. Böyle bir durumda da melekler peygamberlere te messül edip görünürler. Ya sûretlerinin hakikati veya sûretlerini bazı yönlerden hikâye eden bir misal üzerine...

 Nitekim Hz. Peygamber (s.a) iki defa Cibril’i esas sûretinde gördü ve Cebrail’in bütün gökleri doldurduğunu haber verdi. Allah Teâlâ’nın vaad-i ilahîsi budur:

 “Ona kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti. Öyle ki, görünüşü güzel olup hemen hakikî şekli üzere doğruldu. O (Cebrail) yüksek ufukta idi.” (Necm/5-7)

 Saflıktan olan bu hallerin benzerinde, kalplerde gizli olanlara ulaşılır. Bazen bu ıttıla teferrüs diye tabir edilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

 “Mü’min bir kimsenin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî)

 Hikâye ediliyor ki, ateşperestlerden birisi müslümanlar arasında gezerek, Hz. Peygamberin (s.a):

 ‘Mü’minin ferasetinden çekininiz’ hadîsinin manasını soruyordu. Müslümanlar ona kendi bilgilerine göre tefsirini söyledikleri halde o bir türlü ikna olmuyordu. Bu hâl, sûfîlerden bir şeyhe varıncaya kadar devam etti. O şeyhe varıp bu hadîsin manasım sordu. Şeyh kendisine şöyle cevap verdi:

 - Elbisenin altında bağlamış bulunduğun zünnarı çekip atmandır.

 - Evet, doğru söyledin! İşte manası budur!

 Böylece müslüman oldu ve İşte şimdi anladım ki, sen mü’minsin ve senin imanın haktır’ dedi.
 İbrahim Havas şöyle anlatır:

 Bağdad’da camide fakirlerden bir cemaatin arasında bulunuyordum. O esnada güzel kokulu, güzel yüzlü bir genç geldi. Arkadaşlarıma dedim ki: ‘Bu gencin yahudi olduğu kalbime geliyor.’ Aralarında bulunduğum cemaat o genç hakkındaki söylediğim sözden hoşlanmadılar. Sonra ben çıktım. O genç de çıktı. Sonra o genç onlara geri döndü ve ‘Şeyh benim hakkımda ne söyledi?’ diye sordu. Onlar kalbi kırılmasın diye birşey söylemediler. Fakat genç ısrar etti. Sonunda gence ‘Senin yahudi olduğunu söyledi’ dediler. Bu konuşmadan sonra genç bana geldi. Elimi başımı öpüp müslüman oldu ve şöyle dedi: "Biz (yahudiler) kitaplarımızda Sıddîk’ın ferasetinin yanlış çıkmayacağını okuyoruz. Ben müslümanları imtihan etmeyi düşündüm ve dedim ki; ‘eğer müslümanlar içerisinde sıddîk bir kimse varsa, muhakkak şu taifenin içindedir.’ Çünkü bu grup Allah’ın kelâmını okuyorlar. İşte bu niyetle ben sizi denemek maksadıyla geldim. Şeyh benim durumuma muttali olup hakkımda ferasetini kullandığı zaman anladım ki, o sıddîktır.” Ravi der ki, bu genç daha sonra iman edip sûfîlerin büyüklerinden oldu.

 Eğer şeytanlar Ademoğulları’nın kalpleri etrafında gezme Seydiler, muhakkak ki, onlar göklerin melekût âlemini seyredebileceklerdi.

 Şeytan kalpler kötü sıfatlarla dolu ise, onların etrafında dolaşır! Çünkü böyle kalpler, şeytanın ve ordusunun merası ve otlağıdır. Kalbini bu sıfatlardan arındıran bir kimsenin ise kalbinin etrafında şeytan gezmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 Ancak içlerinden ihlâsa sahip mü’minler müstesna. (Hicr/40)

 Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Sen ancak sana uyan azgınları saptırabilirsin).
(Hicr/42)

 Semâ kalbin saflaşmasına sebeptir. Kalp o saflık vasıtasıyla hakkın avlanması için kullanılan bir ağdır. Gelecek rivayet buna işaret eder: Zünnun-i Mısrî Bağdad’a vardı. Sûfîlerden bir grup be raberlerinde şarkıcı biri olduğu halde ziyaretine geldiler. Şarkıcının kendilerine bir şeyler okuması için izin vermesini iste diler. Zünnûn izin verdi:

 Senin küçük aşkın bana azap verdi!

 Acaba o aşk geliştiği, kalbimi istila ettiği zaman ne yapacak?

 Sen daha önce ortak olan bir aşkı benim kalbimde topladın.

 Acaba üzüntüsüz bir kimsenin güldüğü zaman, ağlayan mahzun bir kimse için hiç şefkatin yok mu?

 Bu sözleri söyledikten sonra Zünnûn-i Mısrî yerinden fırladı, ardından yüzü üstü yere yığıldı. Sonra bir kişi yerinden zıpladı. Zünnûn o kişiye şöyle hitap etti: ‘Kalktığında O seni görür.’ Bu söz üzerine kişi oturdu. Zünnûn Allah’ın inayetiyle o kişinin kalbine muttali oldu. Onun zoraki şekilde vecde kendisini kaptırmak istediğini bildi ve böyle yapmamasını ihtar ederek, ona ‘Allah için değil de başka bir şey için kalktığın zaman seni gören Allah senin hasmın olacaktır’ hakikatini bildirdi. Eğer kişi bu kalkışında doğru olsaydı, muhakkak gerisin geri oturmazdı. Bu bakımdan böylece vecdin semeresi keşiflere ve hallere dönüşüverdi.

 Keşif ve hallerin her biri, insanoğlu onlardan uzaklaştığı zaman tabir etmesi mümkün olmayan ve tabir etmesi mümkün olan diye kısımlara ayrılır. Umulur ki, sen hakikatini bilmediğin bir hâli veya ilmi uzak göresin ki bu ilmin hakikatini izah etmek mümkün değildir. Bu bakımdan sen onu uzak görme! Çünkü sen en yakın durumlarında bile varlığına ve hak olduğuna dair birçok deliller görüyorsun.

 İlme gelince, nice fakîhler vardır ki sûrette birbirine benzer iki mesele kendisine arz olunur. Fakih zevkiyle bu iki meselenin arasında hükümde fark olduğunu idrak eder. Fakat fakihe bu farkın yönünü birleştirmekte yardımcı olmaz, velev ki fakih insanların en beliği olan bir kimse olsun. Bu bakımdan o fakih ancak zevkiyle farla idrak eder, fakat o farkın tabir ile belirtilmesi kendisi için mümkün değildir. Fakihin ‘farkı idrak etmesi bir ilimdir. Zevk ile o ilimi kalbinde bulur ve o ilmin kalbine doğmasının bir sebebi olduğundan ve onun Allah nezdinde de bir hakikati olduğundan şüphe etmez. O hakikati haber vermek, kendisi için mümkün değildir. Fakat bu imkânsızlık lisanındaki kusurdan ileri gelmez. Aksine mananın esasında ibarenin yetişebileceğinden daha ince olduğundandır! Daima zor meseleleri mütalaa edenler bu kadarını idrak etmişlerdir.

 Hale gelince, nice insan vardır ki sabahladığı vakitte, kalbinde ‘kabz’ veya ‘bast’ idrak eder. Fakat bir türlü onun sebebini bilemez. Bazen de bir insan bir şey hakkında düşünür. O düşünce onun nefsinde bir eser meydana getirir. Dolayısıyla o sebebi unutuverir. O eser ise, nefsinde baki kalır ve onu hisseder. Bazen de hissettiği hâl, sevgiyi gerektiren bir sebep hakkında düşündüğünden ötürü nefsinde görünen bir sevinç olur veya bir üzüntü olur ki esas hakkında düşünüleni unutur ve fakat onun eserini hisseder.

 Bazen de hâl garip bir hâl olur ki, sürur ve üzüntü lafızları onu ifade etmekten aciz kalırlar. Maksudu tam manasıyla belirten bir ibare bulunmaz ki onunla ifade edilsin. Vezinli şiir ile vezinli şiirin zevki o şiir ile vezinli olmayan kelâmın arasındaki farkı ancak bir kısım insanlar bilir, diğer bir kısmı bilmez. Bu öyle bir haldir ki, ancak zevk sahibi bunu idrak eder. Hem de şüphesi kalmayacak derecede idrak eder, Bu halden, vezinli konuşmak ile rast gele konuşmanın arasındaki ayrılığı kastediyorum. Bu bakımdan zevki olmayan bir kimse o kelâmla kastettiğini açığa kavuşturacak tabir imkânından mahrumdur. İşte nefiste böyle garip haller vardır. Bunlar o hallerin vasıflarıdır; Hatta korku, üzüntü ve sürurdan ibaret olan meşhur manalar, ancak manası anlaşılan bir teganninin dinlenilmesinden hâsıl olur.

 Evtâr (telli sazlar) ve manası anlaşılmayan diğer nağmelere gelince, onlar ancak nefiste acaip bir tesir bırakırlar. O tesirlerin acayipliklerini anlatmak mümkün değildir. Bazen onlara şevk ta biri yakıştırılır. Fakat o ‘şevk’ ki sahibi ‘müştak’ı tanımıyorsa acayibin ta kendisidir. Kalbi telli sazı, şahin ve benzerini dinlemekle harekete gelen bir kişi ise, neye müstahak olduğunu idrak edemez. Ancak nefsinde bir ‘hâl’ hisseder! Sanki o hâl kendisinin bilmediği bir ‘işi’ ister. Hatta böyle bir durum halk tabakasında bile vaki olur. Kalbine ne bir insanın ne de Allah Teâlâ’nın sevgisi hâkim olma yan kimseler dahi bu hale tesadüf ederler. İşte bunun bir sırrı vardır. Her ‘şevkin iki ‘rüknü’ vardır: Birinci rükn, müştakın sıfatıdır. Bu da âşık ile maşukun bir tür münasebetidir. İkincisi, maşukun marifeti ve ona varmanın sûretinin marifetidir.

 Eğer şevkin varlığına sebep olan sıfatlar, maşukun sıfatını bilmek de mevcut ise bu takdirde durum apaçıktır. Eğer maşuk bilinmez fa kat teşvik edici sıfat bulunursa ve o sıfat kalbini harekete geçirip ateşini alevlendirirse böyle bir durum şüphesiz ki dehşet ve hayreti doğurur. Eğer bir insan, kadın görmeksizin, cima nedir bilmeksizin tek başına bir yerde yetişirse, sonra ergenlik çağma varıp şehvet kendisine galebe çalarsa, mutlaka bu kimse, nefsinin şehvet ateşini hisseder. Fakat cinsî münasebete iştiyak duyduğunu bilmez. Çünkü cinsî ilişkinin sıfatını ve kadının vasıflarını bilmez. İşte böylece insanoğlunun nefsinde en yüce âlem ile bir münasebet vardır. Sidret’ül-Münteha’da. ve Firdevs-i Âlâda vaat edilen lezzetlerle bir ilgisi vardır. Fakat insanoğlu bunlardan sıfat ve isimleri hayal edebilir. Tıpkı cinsî ilişkinin lafzını ve kadının ismini duyup hayatında hiçbir kadının şeklini ve hiçbir erkeğin sûretini, hatta aynada kendi nefsinin sûretini görüp de onunla mukayese yapa bilmekten mahrum olan bir kimse gibi...

 Bu bakımdan teganni dinlemek şevki tahrik eder. İfrat dere cede cehalet, dünya ile meşgul olmak kişiye nefsini dolayısıyla rab bini unutturmuştur. O halde kalbi, kendisinin bilmediği birşeyi kendisinden istiyor demektir. Dolayısıyla dehşete kapılıp hayrete giriftar olur. Çalkalanıp sallanır. Tıpkı kurtuluş yolunu bulama yan ve boğulmak üzere olan bir kimse gibi.. Bu ve buna benzer hal lerin hakikatlerinin tamamı idrak edilmeyen hallerdendir. Bu hallerle sıfatlanmış bir kimsenin bunları izah etme imkanı yoktur. Bu bakımdan vecdin açıklaması mümkün olan ile açıklaması müm kün olmayan kısımlara ayrılması böylece ortaya çıkmış olmak tadır.

 

 İmâm Gazalî, İhyâu ‘Ulûmiddîn

Top