Hac ibadetiyle birlikte müşahede halini yaşayanlar, gözyaşının muhteşem zevkini tadanlar, doğduğu gün kulağına üflenen Allah-Muhammed'in “evi”nin olduğu yerlerde bulunmanın devletini yaşayanlar Leyla-Mecnunlar gibi deli-divaneye dönerek yeniden doğarlar. Yunus'u yeniden hatırlarlar:
Fena fi'r-Resûl'ün, dervişi ulaştıracağı makam “Fenâ Fi'llâh”tır, Allah aşkında yok olmaktır. Fenâ fi'r-Resûl halinde kâinatı "Mahbubiyet Muhammediyyet" olarak algılayan derviş, Fenâ Fî'llâh'ta tevhide ulaşmakta, sesler, renkler, güller, bülbüller "tek"e inmektedir.
Herkes denizden "elindeki kap kadar"su alabildiği gibi hac ibadetinden de herkes kabiliyeti oranında istifade eder. Bu "yol"a âşık olan gönül adamlarının hemen hepsi yaşadıklarını "sır" olarak sakladılar. Bazı dervişler de "ipucu" niteliğinde iz bıraktılar. Bu dünyanın dâhi sanatkâr dervişlerinden biri de İsmail Dede Efendi'dir. O, bir Zilhicce ayında mukaddes topraklarda cân vererek Sevgili'sine kavuşmuştur. Türk mûsikîsinin en büyük şahsiyeti kabul edilen bu Mevlevî derviş son bestesini de bu topraklarda yapmış ve tavaf eden âşıkları anlatan Yunus'un mısralarıyla derdini anlatmıştır:
“Allah’ın Evi”nin esrar perdesinin altına giren ve Ravza’nın perdesiyle tanışan bir âşığın “kurban” oluşunu da Mehmed Âkif Ersoy Safahat’ta anlatmaktadır.
Normal bir insan ömrüne göre hac günleri ne kadar küçük bir zaman dilimidir! Dolayısıyla hacc bize bir "şifre"nin açılımını sunmaktadır. Sevgililer mahşerinde ne yapılması gerektiğine dair ipucu vermektedir. Esas mesele hayatı "hacc" haline getirmektir. Her gün yöneldiğimiz Kâbe’nin, kıblenin bereketini yaşamaktır. Allah'ın evinin her yerde olduğunun farkına varmaktır:
Esas mesele, hayatın her safhasında Muhammed'in güllerini koklamak, onun aşkının ateşiyle yanıp tutuşmaktır:
Bunun için de dünya ile, madde ile, eşya ile olan ilişkilerimizi yeni baştan ciddi olarak gözden geçirmektir. Dervişlerle tanışmak, onları tanımak gerekir. Onları tanımadan aşkı ve âşıkları tanımak çok zordur. Onları tanımadan Ummanlara dalmak mümkün değildir: