Kabz, darlık sıkıntı, ruhun üzüntülü, dertli, elemli ve endişeli olması hâli, akıl ve kalpteki verimsiz ve kısır hâl, celali tecellileri müşahede hâli. Bast; neşe, sevinç rahat ve huzur hâli. Ruhun feyz, kalbin ilham alma hâli, Cemâli tecellileri müşahede hâli.
Kabz ile havf, bast ile recâ arasındaki fark şudur: Havf geleceğe ait bir hususla ilgili olur. İleride arzu edilen bir şeyi elden kaçırma veya sakınılan bir duruma maruz kalma endişesinden doğar. Recâ için de durum böyledir. Yani gelecekte elde edilmesi arzu edilen bir şey hakkındaki ümide veya sakınılan bir şeyin ortadan kalkması emeline, hoşa gitmeyen bir durumun sona ermesi temennisine recâ adı verilir. Kabz ise gelecek zamanda değil, şimdiki zamanda, hâlde hâsıl olan bir mana ile ilgilidir. Bast da öyledir. Havf ve recâ sahibi, bu halde bulunurken kalbi ileri ile gelecek ile alâka halindedir. Kabz ve bast sahibi ise, içinde bulunduğu zamanda onu, galebe ve hükmü altında tutan vârid sebebiyle vaktinin esiridir.
Sonra sûfîlerin hâllerinin farklı oluşuna göre kabz ve bast durumundaki vasıfları da değişik olur. Meselâ, bazı vârid (feyz, ilham) kabz hâlini icap ettirir, fakat kabz hâli tam ve kâmil olmadığı için bu durumda bulunan sâlik, kabzın dışında kalan başka şeylerle de meşgul olur. Kabz hâlinde bulunan bazı sâlikler ise, bu durumda iken kendilerinin kabz hâline geçmelerine sebep olan vâridden başkası ile ilgilenmezler, ilgilenmeleri caiz değildir. O sebeple sâlik kendine gelen vârid ile tamamen kendinden geçmiştir. Nitekim sûfilerden biri:
“Tutukluk ve kapalı olma hali bende dâimidir. Başka bir şeyle meşgul olmam caiz değildir” demiştir.
Bast hâlinde olan kimse için de durum böyledir. Bazen sâlik, bast hâlinde iken halk ile ilgilenecek durumda olur. Eşyanın birçoğu onu sıkmaz. Bazen ise hiç bir hâl kendisinde tesir icra etmeyecek derecede bast halinde olur. (Bazen keder ve elem yüzde yüz olur, Bazen bu nispet düşük olur, o zaman kederle birlikte neşe de bulunur, fakat keder gâlib olduğu için sâlik kabz halindedir denilir. Bast hâli için de durum böyledir).
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şunu anlattığını duymuştum: Adamın biri Ebu Bekir Kahtî’nin yanına geldi. Kahti’nin bir oğlu vardı ve evde sürekli eğlenceyle meşguldü. Şeyh:
“Bu oğlanın sıkıntısına nasıl da müptelâ olmuş!” demişti, içeriye girince. Dışarıda olup biten eğlenceden sanki Kahtî’nin hiç haberi yokmuş kanaatine vardı. Bu duruma şaştı ve:
“Ulu dağların bile kendisinde tesir icra edemediği bu zata canım kurban olsun” dedi. Bunun üzerine Kahti dedi ki:
“Biz ezelden beri eşyaya kul olmaktan âzâd olmuşuzdur.”
Kabzı icap ettiren şeylerin en aşağısı ve basiti şudur: Sâlikin kalbine bir vârid (mana) gelir. Bu manada sâlikin azar işiteceğine bir işaret veya edeplendirmeyi hak ettiğine dair bir remiz bulunur. Bu yüzden behemehâl sâlikin kalbinde bir kabz hâli meydana gelir.
Bazı vârid ve manalarda ise Allah’ın kulunu kendisine yaklaştıracağına veya bir nevi lütuf ve ferahlandırma ile kuluna teveccüh edeceğine dair işaret bulunur. Bu sebeple kalbe bast hâli gelir.
Kısaca her insanın kabzı bastına göre, bastı da kabzına göre olur. Bazen kabzın sebebini tayin etmek, kabz sahibi için müşkül olur. İnsan, kalbinde bir kabz (sıkıntı, darlık) bulur, fakat sebebini ve bunu icap ettiren şeyi bilemez. O zaman bu nevi kabız sahibi için kurtuluş yolu, bu hâl ve vakit geçene kadar teslimiyet göstermektir. Çünkü zoraki hareketlerle bu nevi kabzı kendinden uzaklaştırmak veya kendisine gelmekte olan kabz hâlini irâdesi ile defetmeye hazırlanmak kabz hâlini daha da fazlalaştırır.
Bazen bu nevi davranışlar kötü bir edep eseri olarak da görülebilir. Kul vaktin hükmüne kendini teslim ederse, pek yakında kabz hâli zail olur. Çünkü Hakk Sübhanehü ve Teâlâ “Kabz ve bast eden Allah’tır”(Bakara, 2/245) buyurmuştur.
Bazen bast aniden gelir, birden sahibine tesadüf eder, bunun sebebi bilinmez. Gelen bast, sahibini silkeler ve hafiflendirir. Bu durumda bast sahibi için kurtuluş yolu, sükûneti muhafaza etmek ve edebe riayet etmektir. Çünkü bu halde bast sahibi büyük bir tehlikeye maruz kalabilir. Bu, hâl sahibi hakkında’sakınılması gereken gizli bir oyun (mekr) olabilir.
Sûfilerden birisi demiştir ki- Bana bast ile alâkalı bir kapı açıldı. Bunun neticesi olarak bir hata işledim. Bunun için, ulaştığım makam ile arama bir perde çekildi ve derecemi kaybettim. Yine bunun için, “Bisât üzerinde dur, inbisâttan sakın,” denilmiştir. (Bisât, yaygınlık, dağılma dersek bu hâllere nisbetle fakirlik ve mahrumiyettir.)
Cüneyd der ki:
“Allah’tan korkmak (havf) beni kabz hâline, ondan (af ve lütuf) ümit etmek (recâ) bast hâline getirmektedir. Hakikat (Vecd) beni Allah ile cem’ hâline, Hakk ise fark hâline sokmaktadır. Allah havf ile kabz hâline sokunca beni benden yok etmekte, fena mertebesine ulaştırmaktadır. Recâ ile bast hâline geçirince beni kendime iade etmektedir. Hakikat ile cem hâline geçiren Allah, beni huzuruna çıkarmakta, Hakk ile fark hâline geçirince de bana başka şeyler göstermekte, bir perde ile kendisini benden gizlemektedir. Bütün bu hususlarda beni hareket ettiren, bir hâlden daha yüksek hâle ulaştıran, bir hâlde tutmayan, bana yalnızlık (vahşet, vahdet) hâlini veren, üns hâlini vermeyen Allah Teâlâ’dır. Böylece O’nun huzurunda bulunarak vecd (vücûd, buluşumun zevkini tadıyorum. Ne olurdu Hakk beni benden alarak ve fena mertebesine ulaştırarak (ünsü ve münacatı ile) faydalandırsaydı veya beni benden kaybederek rahata erdirseydi!”
Kuşeyrî Risâlesi