Havâtır (hâtır); hatırlama, anma, fikir, insanın içinde duyduğu ses, can kulağı ile işitilen sada. Bu ses kaynağına göre hâtır-ı Hakk, ilhamı, hâtır-ı şeytan, hâtır-ı nefs, hevâcis ve vesvese gibi isimler alır.
Havâtır kalplere gelen bir hitaptır (veya hitap manasında olan bir şeydir). Havâtır bazen meleğin, bazen de şeytanın ilkâsı sonucu ortaya çıkan, gelen vesvese ve desiseleri) şeklinde görünür. Bazen de Hakk Sübhanehu ve Teâlâ cihetinden gelir. Melekten olan havâtıra ilham, nefs cihetinden olana hevâcis, şeytan tarafından gelene visvâs (vesvese) adı verilir. Havâtır kalbe ilkâ olunmak suretiyle Hakk Teâlâ cihetinden gelirse buna ‘hâtır-ı Hakk’ denir. Bunların hepsi söz nevindendir.
Havâtır, melek tarafından gelirse, bunun doğruluğu, (şer’î) ilme muvafık olması ile bilinir. Bunun için ‘bir Hâtır ki onun doğruluğuna (şeriatın) zahiri şahitlik etmez, o bâtıldır’ denilmiştir.
Hâtır, şeytan cihetinden gelirse (hâtır-ı şeytan), bunun çoğu insanı günah işlemeye sevk eder. Hâtır, nefs cihetinden gelirse (hâtır-ı nefs), bunun ekserisi insanı hevâ ve hevese tâbi olmaya, kendini büyük görmeye veya nefsin özelliği olan diğer vasıflara çağırır.
Şeyhler ittifak etmişlerdir ki; yediği haram olan bir kimse ilham ile vesvese arasındaki farkı göremez.
Şeyh Ebu Ali Dekkak’in (k.s) şöyle dediğini duydum:
“Bir kimsenin gıdası malum olursa (tevekküle değil, biriktirdiği muayyen erzaka istinat ederse) o kimse ilham ile vesveseyi fark edemez.”
Müşâhedesindeki sadakati sayesinde nefsinin hevâcisi (arzuları) sükûnete kavuşan bir kimse, cehd ve gayretinin hükmü ve tesiri sayesinde kalbinin hikmet anlattığını müşâhede eder (kalp dilinin hikmet konuştuğunu duyar).
Nefsin doğru, kalbin yalan söylemeyeceğini şeyhler ittifakla ifade etmişlerdir.
Şeyhlerden biri şöyle demiştir:
‘Şüphe etme ki nefsin sana doğruyu, kalbin yalanı söylemez. Ruhum bana hitab etsin, diye ne kadar cehd ve gayret sarf edersen et yine de ruh sana hitap etmez (Ruh yüksek makamlara doğru yükseldiğinden sana dönüp hitap etmez, hitap eden ya kalptir, ya nefstir).’
Cüneyd, nefsin hevâcisi ile şeytanın vesvesesini şu şekilde ayırmıştır:
“Nefs senden bir şey isterse bunda inat eder, direnir, bu hususta bir zaman sonra bile olsa muradına vâsıl olup maksadını elde edinceye kadar ısrar eder durur. Meğerki nefse karşı açılan savaş samimî bir şekilde devam ettirilmiş olsun. Bu halde bile isteği konusunda sana tekrar tekrar müracaat eder. Şeytan seni bir günah işletmeye çalışır, bunu ret edersen, başka bir günah işletmek için seni kandırmaya çalışır. Çünkü şeriata muhalif olan bütün davranışlar şeytana göre müsavidir. Şeytanın maksadı daimi surette seni herhangi bir günaha davet etmekten ibarettir. Bir günahı bırakıp, hususi surette belli bir günahı işletmek onun gayesi değildir.”
Melekten gelen bir hâtıra, insan bazen uyar, bazen ona aykırı hareket eder (nefsine ve şeytana uyarak meleğin dediğine muhalefet eder). Fakat ‘Hakk Teâlâ’dan gelen hâtıra kulun muhalefet etmesi kabil değildir’ denilmiştir.
Şeyhler ikinci hâtır (hâtır-ı sâni) konusunda da konuşmuşlardır. Yani Hakk Teâlâ’dan iki hâtır gelirse, acaba birincisi mi, yoksa ikincisi mi daha kuvvetlidir konusunda fikir beyan etmişlerdir.
Cüneyd bu konuda:
“Birincisi daha kuvvetlidir. Çünkü birincisi baki kalır ve devam ederse, sahibi bu hususta düşünme haline döner. Düşünme ise ilim şartına bağlıdır, (Aynı konuda ve birbirine muvafık olan iki hâtırdan hangisi zayıflatır, hangisi kuvvetlendirir, düşüncesi ile meşgul olmak ameli geciktirir, onun için) birinci hâtırla amel etmeyi terk etmek ikinci hâtıra zaaf verir” demiştir. Birinci hâtır zahirî ilme uygun olursa durum budur.”
İbn Atâ, “İkinci hâtır daha kuvvetlidir. Çünkü birincisinden aldığı destekle daha da kuvvetli hale gelmiştir” demiştir.
Sonraki sûfîlerden Ebu Abdullah b. Hafîf:
“Her ikisi de eşittir, ikisi de Hakk’tandır. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Zaten ikinci hâtır gelince birincisi baki kalmaz. Zira ‘eser ve arazların bakî kalması caiz değildir’ demiştir.
Kuşeyrî Risâlesi