Muridan
Ahmed Kuddûsî k.s)

Ahmed Kuddûsî k.s)

Anadolu velîlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hâcı İbrâhim’dir. 1769 (h.1183) senesi Rabîu’l-Evvel ayının on birinci gecesi, Niğde’nin Bor kazâsında doğdu.

 Büyük bir velî olan babası, rüyâsında üç ay gördü. Ortadaki ay diğer aylardan daha büyük ve parlaktı. Bu rüyânın tâbirinde kendisinin üç oğlu olacağını ve ortanca oğlunun büyük bir velî ve âlim olacağını anladı.

 Ahmed Kuddûsî, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrâriyye yolunun edebini babasından öğrendi. Babasının:

 “Oğlum her zaman Allahu Teâlâ’yı zikret, benim sağlığımda boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur” nasîhatine uyarak onun tarîkat hakkındaki tavsiyelerine harfiyyen riayet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda velîlik basamaklarında yükseldi.

 Ahmed Kuddûsî, ilki 1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı. Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile ve riyâzetleri yani cihâd-ı asgarı cihâd-ı ekberle, yani nefsle yaptığı savaşlarla da tamamladı.

 Bir süre Anadolu’da kalan Kuddûsî hazretleri tekrar Hicaz’a gitti. Bu yolculuğunu Kâdiriyye-i Hâlisiyye meşâyıhından Hacı Ömer Hüdai Baba Köğengi (k.s) ile beraber yapmıştır. Uzun müddet Mekke ve Medîne arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini tezkiyeye, safiyyete ulaştırmak için çektiği çileler, onun derecesini bir kat daha yükseltti. Bu sırada günlük yiyeceği, her gün belli saatte kendiliğinden gelen bir ceylanın verdiği süttü.

 Ahmed Kuddûsî, Hicaz’dan Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı. Bu arada, bir gün Cuma vaktinden önce bir tanıdığı, misâfir olarak evine geldi. Cuma vakti yaklaştığı hâlde Ahmed Kuddûsî hiçbir acelecilik göstermedi. O zât Cuma’ya gitmek için izin istedi. Ahmed Kuddûsî:

 “Biraz daha beklesen iyi olacaktı. Namazdan sonra seni beklerim” buyurarak misâfirini uğurladı. Cuma’dan sonra biraz gecikerek gelen misâfir zât, yemekle berâber tâze hurma ve o mevsimde Bor’da olmayan tâze sebzeler ikrâm edilince, çok şaşırdı ve:

 “Efendim, hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cuma’yı nerede kıldınız?” diye sorunca, Kuddûsî hazretleri:

 “Evlâdım söz dinleyip, biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek, bizimle birlikte sen de Cuma’yı Kâbe-i Muazzama’da kılacaktın.” buyurdu.

 Ahmed Kuddusi Hz.leri evvelinde Nakşî yolunda Şeyh-i Kamil iken daha sonra Tarikat-ı Âliye-i Kâdiriyye’ye yönelmiştir.

 O, Kayseri ulemasından ve şeyhlerinden Mehmet Sadık Efendiye gönderdiği bir mektubunda, bunu şöyle ifade ediyor:

 “Peder Efendimiz, fakire Muhammed Bahaüddin Nakşibendî (k.s) tarikinden icazet verdiği için, ben de, ihvanımıza onun evradını okumağa icazet verdim. Birkaç seneden beri de, Şeyh Abdulkadir Geylani’nin (k.s) tariki üzere icazet verir oldum. Nakşî tarikatında, zühd, takva ve riyazet olmadıkça ve şüpheli şeylerden gereği gibi sakınmadıkça, feyz almanın ve yararlanmanın zorluğu tecrübe ile sabit bulunduğundan, bir gece eşref vakitte, Semi, Basir, Karib ve Mücib olan Allah Teala ve Tekaddes Hazretleri’ne tazarru ve niyaz eyleyip dedim ki:

 Ya Rab! Senin veli kulun Bahaüddin’in tariki pek güzeldir. Fakat biz ve ihvanımız bir takım gafiller, cahiller ve şaşkınlarız. Kalplerimiz mâsivâ kirleriyle bulandı, halkın çoğu dünya ziynetine yöneldi ve zikirlerimizde halavat ve huzur kalmadı. Bizler, salih amelli geçmişlerimiz gibi mücahede edemedik. Veli kulun Şeyh Abdulkadir’in tariki ise, çok geniştir. Kendisinin himmeti, avama ve havassa şamildir. Müridlerine karşı çok derece şefkatlidir ve şöyle demiştir:

 ‘Hayatımda ve vefatımdan sonra, karada ve denizde zorda kalanlara –benden yardım talep etseler yardım ederim. Beni çağıran salih kişi olsun, fasık kişi olsun yermem, yardım ederim.’

 Ya Rab Ya Rab! Şeyh Muhammed Bahaüddin kulun, bir suçumuz olsa bize küser. Şeyh Abdulkadir kulun ise küsmez. Olurda bir günah işleseler mühabbetten geçmez. Kâmiller, memuren fakir Ahmed kuluna onun tarikatından icazet-i kâmile verdiler. Kendim halife-i kâmile olmayıp terbiye ve seyr u sülûk yaptırmaya gücüm yok ise de kâmilleri taklit ederek taliplere Kâdirî tarikinden zikr-i şerife izin vermeyi evlâ ve ahsen ve ehem görüp veririm. Uzakta ve yakında, Arap’ta ve Acem’de her ne miktar münîb ve mezunlarım var ise, cümlesine huzur-i izzetinde Kâdirî tarikinden izin verdim. İkinci gece rüyada Abdulkadir Efendimiz’i gördüm. Elime yeşil bir levha verdi. Ortasında güzel bir hat ile şu yazılı idi:

 “Bir kimse ‘La ilahe illallah’ zikrini çoğaltırsa, sabikinden ve mukarrabinden olur.”

 Uyandım ve gördüm ki, gönül evime Tevhid nuru dolmuş ve lisanımda Nil nehri gibi zikir cereyan eder. Ahir zamanda cehalet, gaflet, tembellik, bidat, ziynet ve dünyevi meşguliyetler çok olduğundan dolayı Kâdirî tariki, bu ümmete rahmettir.”

 

 

Kaynak:  Miftâh-ul İrşâd

Top