Hâl tasavvuf ıstılahlarındandır. Hâl kelimesi lügatte; değişme manasına gelir. Sûfilere göre hâl, kulun kastı, celp etme teşebbüsü, kazanma isteği olmadan kalbe gelen neşe-hüzün, rahatlık-sıkıntı, şevk-dert, heybet-heyecan gibi manalardır.
Şu halde hâller Allah vergisidir, makamlar ise çalışılarak kazanılır. Hâller Allah Teâlâ’nın cömertlik ve lütfundan gelir. Makamlar ise cehd ve gayret sarf etmekle hâsıl olur. Makam sahibi makamında temkin sahibidir. Hâl sahibi ise hâli içinde yükselme durumundadır (makamda istikrar vardır, hâl ise değişme vaziyetindedir).
Zunnûn Mısrî’ye, arif (billâh)tan sorulunca:
“Şimdi burada idi. Fakat (hali değişti ve yükselip) gitti” diye cevap vermişti. (Veya kendinden geçti, Allah’ına gitti).
Şeyhlerden bazıları:
“Hâller şimşek gibidir (parlar ve derhal kaybolur). Eğer devamlı olursa bu hâl değil, nefsin sözü (hâdis-i nefis) ve vesvesesidir” demişlerdir.
Sûfiler şöyle derler:
“Haller isimleri gibidirler, kalbe hulul ve nüfuz eder etmez derhal zail olur. Sûfiler bu manada şu şiiri okurlar:
“Hâl değişmeseydi “hâl” ismini almazdı. Değişen her şey zail olur. Nihayete ulaştığı zaman gölgeye bak, uzaması son haddine varınca kısalmaya başlamakta.”
Sûfîlerden bazıları hâllerin baki ve daimi olduğuna işaret ederek demişlerdir ki:
“Hâller devamlı olmaz ve peşpeşe gelmezse hâl değil, levâih ve bevâdih adını alır. Levâih ve bevâdih sahibi henüz hâllere ulaşmış değildir. Ancak bu sıfat, devam ederse o zaman hâl ismini alır.”
Ebu Osman Hirî bu manada olmak üzere diyor ki:
“Kırk seneden beridir Allah beni hiç bir hâlde ikâmet ettirmemiştir ki ben o hâlden hoşnut olmuş olmayayım” (Yani Allah hangi hâli vermiş ise ona razı olmuş, hoşnutsuzluk duymamış bulunmaktayım).
Ebu Osman bununla rızânın devamlı olduğuna işaret etmiştir. Rızâ ise hâl nevindendir. Bu hususta söylenmesi gereken şey, şudur: Hâllerin devamlı olduğuna işaret eden sûfîlerin sözleri doğrudur.
Gelen hâllerden fazla devam etmeyen tâli derecede bir takım haller daha vardır.
Tevârik, daha evvel anlatılan hâllerin devam edişi gibi devam ederse, sûfî daha üstün ve daha latif yeni hâllere yükselir. O zaman sûfî ebedî bir yükseliş durumuna girmiş olur.
Üstad Ebu Ali Dekkak’in (r.a) Rasûlullâh’ın (s.a):
“Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde Allah Teâlâ’dan yetmiş defa af dilerim” hadisini izah ederken şöyle dediğini işitmiştim:
“Rasûlullâh (s.a) hâlleri itibariyle ebedî ve devamlı bir yükseliş durumunda idi. Bir hâlden daha yüksek bir hâle ulaştığı zaman eski hâlini mülâhaza eder, yeni hâline nazaran eski hâlini bir hicap ve örtü kabul ederdi. Onun hâlleri ebedî ve devamlı olarak artış göstermekte idi.”
Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın kudreti dâhilinde bulunan lütufların nihayeti yoktur. (Mutlak ve ideal) izzet Hakk’ın hakkı olunca, hakiki manadaki izzete ve yüksekliğe ulaşmak imkânsız olur. O halde kul hâlleri itibariyle ebedî bir yükseliş vaziyetinde bulunacaktır.
Allah’ın kulunu ulaştırdığı hiç bir mana ve hâl yoktur ki, ondan daha üstün olanını yaratmak ve kulunu oraya ulaştırmak Hakk Sübhanehu ve Teâlâ’nın kudreti dâhilinde olmasın.
Sûfîlerin, iyi insanların sevap getiren güzel amelleri daha iyi olan kimseler için günah getiren fena amellerdir (Ebrârın hasenatı, mukarrebûnun seyyiâtıdır), sözünü bu manada anlamak icap eder. Bu sözün manası nedir, diye Cüneyd’e sorulmuş. O da şu şiiri okumuştu:
“Tavârik (hâl) nurları zuhur edince ışıldar. (Ebrârın makamı budur) Zuhur eden bu pırıltılar kuvvetlenince gizli sırları açığa çıkarır ve cem’ hâlini haber verir.”
Kuşeyrî Risâlesi