Ahirette hâl bakımından insanların en mesûdu, en fazla Allah'ı sevenidir; zira ahiretin mânâsı, Allah'ın huzuruna varmak, O'nunla mülâki olmanın saadetini elde etmek demektir. Muhib (aşık) uzun zaman şevkiyle kıvrandığı mahbubunun huzuruna vardığında bulanmaksızın, hasım ve rakibi olmaksızın, sona ermesinden korkmaksızın, O'nun cemâlini ebedî bir şekilde müşahede etme imkânı bulunduğundan ötürü en büyük bir nimete mazhar olur. Ancak şu var ki bu nimet sevgi kuvvetinin oranında verilir. Bu bakımdan muhabbet arttıkça zevk de artar. Kul, Allah'ın sevgisini ancak dünyada kazanır. Sevginin aslında hiçbir mü'min ayrılmaz. Çünkü marifetin aslından ayrılmış değildir. Sevginin kuvveti, kalbi aşk diye adlandırılan istihtar raddesine vardıracak şekilde istila etmesi ise, bundan birçok kimseler ayrılır. Bu ancak iki sebepten dolayı elde edilir:
I. Onlardan biri, dünyanın meşgalelerini kesmektir. Allah'tan başkasının sevgisini kalpten çıkarmaktır; zira kalp, mesela kendisinden su boşaltmayınca sirkeye yer vermeyen bir kap gibidir:
Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. (Ahzab/4)
Sevginin kemâli, kalbinin tamamıyla Allah'ı sevmesindedir. Allah'tan başkasına iltifat ettikçe, onun kalbinin bir köşesi gayr ile meşguldür. Bu bakımdan Allah'tan başka şeylerle meşgul olduğu nisbette Allah'ın sevgisi kalpten eksilir. Kapta kalan su nisbetinde, kaba dökülen sirke eksilir. Bu tecride şu ayetle işaret vardır:
'Allah' de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.(En'âm/91)
Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra doğru olanlar, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.(Ahkaf/13)
Belki o, senin Lâ ilâhe illallah sözünün mânâsıdır. Yani mâbud ve mahbub, O'ndan başkası yok! Bu bakımdan her sevilen mutlaka mâbuddur. O halde kul bağlanandır. Mâbud ise kendisine bağlanılandır. Her seven, sevdiğiyle bağlanmıştır.
Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? (Furkan/43)
Yeryüzünde tapınılan şeylerin en iğrenci nefsin arzusudur.22
Kim ihlâslı olduğu halde Lâ ilâhe illâllah derse cennete girer!23
İhlâs'ın mânâsı kalbini Allah için hâlis etmek demektir ki orada Allah'tan başkasına yer kalmaz. Bu bakımdan Allah, onun kalbinin mahbubu, mâbudu ve maksudu olur. Hali bu olan bir kimse için dünya hapishanedir. Çünkü dünya onu mahbubunu müşahede etmekten meneder. Onun ölümü hapishaneden kurtuluş ve mahbubun huzuruna varıştır. Acaba bir tek mahbubdan başka mahbubu olmayan ve uzun zamandan beri ona müştak olan, hapis hali oldukça uzayan bir kimse hapisten bırakılır, mahbubun huzuruna varma imkânına kavuşur ve ebediyyen emniyete vardırılırsa hali ne olur?
Allah sevgisinin kalplerde cılızlaşmasının sebeplerinden biri; dünya sevgisinin kuvvet bulmasıdır. Aile efradının, mal sevgisi-nin, evladın, akrabanın, gayri menkulün, hayvanların ve bahçelerin sevgisi dünya sevgisindendir. Hatta kuşların nağmeleriyle sevinen ve seher mevsimini hoş telâkki eden bir kimse, dünya nimetine iltifat eder ve bundan dolayı da Allah sevgisinde eksilmeye maruzdur. Bu bakımdan dünyaya ünsiyet verdiği nisbette Allah'a olan ünsiyeti eksilir. Herhangi bir kimseye dünyadan birşey verilirse, onun o nisbette ahiretinin eksilmesi zaruridir. Nasıl ki bir insan doğuya ancak zarurî olarak batıdan uzaklaştığı nisbette yaklaşır, kuma olan hanımlardan birinin kalbi ancak kumasının kalbinin daraldığı zaman ferahlar işte ahiret ile dünya da kuma gibidir. Onların ikisi doğu ile batı gibidir. Bu durum, kalp sahiplerine gözle görülenden daha açık bir şekilde inkişaf etmiştir. Dünya sevgisini kalpten sökmenin yolu, zühd yoluna girmektir. Sabra yapışmak, korku ve umud gemiyle bu iki şeye çekilmektir. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz tevbe, sabır, zühd, havf ve recâ gibi makamlar, mukaddime ve basamaklardır. Onlar sevginin iki temelinden birini kazanmak için kurulurlar. O kazanılması istenilen temel de kalbi Allah'tan başka herşeyden boşaltmaktır. Onun evveli Allah'a iman, son güne, cennete ve cehenneme inanmaktır.
Sonra bundan korku ve ümit filizlenir. Korku ve ümitten de tevbe ve sabır filizlenir. Sonra bu, dünya, mal, mertebe ve dünyanın bü-tün lezzetlerinden insanı çeker ki bütün bunlardan sadece Allah'ın marifetinin ve sevgisinin genişliği nisbetinde kalp genişlesin. Bu bakımdan bütün bunlar kalp temizliğinin basamaklarıdır. Kalbin temizliği ise, muhabbetin iki rüknünden biridir.
Hz. Peygamberin şu hadîsi ile buna işaret vardır:
Temizlik imanın yarısıdır!24 Nitekim biz bunu Tahâret kitabının başında zikretmiştik.
II. Sevginin kuvvetlenmesi için ikinci sebep, Allah marifetinin kuvveti, o kuvvetin genişlemesi ve kalbi istila etmesidir. Bu da kalbi, dünyanın bütün meşgale ve mânilerinden temizledikten, sonra olur. Tıpkı yeri fuzulî otlardan temizledikten sonra tohum ekildiği gibi... Bu da ikinci yarıdır. Sonra bu tohumdan muhabbet ve marifet ağacı biter. Bu ağaç da darb-ı mesel olarak Allah Teâlâ'nın belirttiği güzel kelimedir.
Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Hoş bir kelime, kökü yerde sabit, dalları gökte olan hoş bir ağaca benzer.(İbrahim/24)
Güzel söz O'na çıkar, salih amel onu yükseltir.(Fâtır/10)
Salih amel, bu marifetin güzelliği ve hizmetkârı gibidir. Salih amel önce kalbi dünyadan temizlemekle, sonra bu temizliği devam ettirmekle olur. Bu bakımdan amel, ancak bu marifet için istenilir. Amelin keyfiyetini bilmek, amel için istenir. O halde ilim hem evvel, hem âhirdir. Önce muamele ilmi gelir. Muamele ilminin hedefi ameldir. Muamelenin gayesi; kalbin temizliğidir ki bu yüzden kalpte hakkın tecellisi görünsün, marifet ilmiyle süslensin. Marifet ilmi mükâşefe ilmidir. Bu marifet ne zaman hâsıl olursa, zarurî olarak arkasından muhabbet ve sevgi gelir. Nasıl ki mizacı normal olan bir kimse, güzeli görüp zâhiri gözüyle idrâk edince, onu sever, ona meyleder, o sevdiğinde zevk hâsıl olur. Zevk ise zarurî olarak sevgiye tâbidir. Sevgi ise, marifete tâbidir.
Bu marifete, ancak dünya meşgalelerini kalpten söktükten sonra varılır! Bu da ancak saf düşünce, daimî zikir, zirveye varan çalışma, Allah'ın sıfatlarına, göklerin melekûtuna ve diğer mahluklara daimî bakışla temin edilir. Bu mertebeye varanlar kuvvetli ve zayıf diye iki kısma ayrılırlar. Kuvvetlilerin ilk mertebesi; Allah için olan marifetleridir. Sonra Allah vasıtasıyla gayrisini tanırlar. Zayıfların da ilk marifetleri fiilleriyledir. Sonra ondan faydaya terakki ederler. Birincisine, şu ayetle işaret vardır:
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?(Fussilet/53)
Allah kendinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti.(Âlu İmran/18)
Zünnûn-i Mısrî bu noktadan bakmıştır ki kendisine 'Rabbini ne ile tanıdın?' diye sorulunca, rabbimi rabbimle tanıdım! Eğer rabbim olmasaydı rabbimi tanıyamazdım!' cevabını vermiştir.
İkincisine de şu ayetlerle işaret vardır:
Biz onlara enfüste ve âfakta ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?(Fussilet/53)
Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp ibret almadılar mı?(A'râf/185)
'Göklerde ve yerde olanlara bakın' de!(Yunus/101)
O hanginizin, daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O azizdir, gafûrdur. O, yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı, Rahman'ın yaratmasında bir uygunsuzluk görmezsin. Gözü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner.(Mülk/2-4),
Bu yol çok kimseler için en kolay yoldur. Sâlikler için en geniş yoldur... Kur'an düşünceyi, tefekkürü, ibret almayı ve Allah'ın kuvvet ve kudretine delâlet eden ayetlere bakmayı emrederken çoğu kez bu yola davet eder.
Soru: İki yol da çetindir! Bu iki yoldan hangisi marifete ve muhabbete götürür!
Cevap: En yüksek yol, Allah Teâlâ ile diğer şeylerin varlığına istidlâl etmektir. Bu yol çok kapalıdır. Bu husustaki konuşma birçok kimselerin anlayışının hududunun dışına çıkar. Bu bakımdan kitablarda bunu zikretmekte fayda yoktur. En kolay ve en yakın yol ise, çoğu anlayışların hududunun dışında değildir. Anlayışlar düşünceden yüz çevirdiğinden, dünya şehvetleriyle, nefsin paylarıyla meşgul olduklarından bu yolu anlamaktan aciz kalmışlardır.
Bunu zikretmekten alıkoyan sebep; genişliği ve çokluğudur. Kontrol dışına çıkan kapılarının varlığıdır; zira göklerin en yücesinden tut, yerlerin diplerine kadar hiçbir zerre yoktur ki onda Allah'ın kudretinin, hikmetinin kemâline, celâl ve azametinin sonsuzluğuna delalet eden acaip alâmetler bulunmasın! Bu da sonu gelmeyecek konulardandır.
De ki: 'Rabbimin kelimeleri(ni yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa, rabbimin kelimeleri tükenmeden önce de-nizler tükenirdi. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez).(Kehf/109)
Bu bakımdan buraya dalmak, mükâşefe ilimlerinin denizlerine dalmaktır. Bunu muamele ilimlerine ek olarak getirmek, mümkün değildir. Fakat kısa bir şekilde cinsine karşı uyarmak için bir tek misalle işaret etmek mümkündür. Yolların en kolayı, fiillere bakmaktır. Öyle ise fiiller hakkında konuşalım ve en yüksek yoldan bahsetmeyi terkedelim. Sonra ilâhî fiiller çoktur. Biz onların en az ve en küçüğünü arayalım. O küçücük fiildeki acaiplikleri tedkik edelim.Mahlukların en basitleri yeryüzünde yaşayanlardır. Yani meleklerin ve göklerin melekûtuna göre durum böyledir; eğer büyüklüğü ve cismi bakımından yeryüzüne bakarsan, küçücük gördüğün güneş dünyadan üçyüz altmış küsûr defa büyüktür. Yerin güneşe nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Sonra güneşin içinde bulunduğu feleğe nisbeten küçüklüğüne bak! Zira güneş, merkezine nisbet edilmeyecek kadar küçüktür. Güneş dördüncü göktedir. Bu da üstündeki yedi tabaka göğe nisbeten pek küçüktür. Sonra yedi tabaka gök, kürsünün yanında, kocaman bir sahraya atılmış bir halka gibidir. Kürsü de arşın yanında böyledir.
İşte bu bakış şahısların görünür tarafına, miktar bakımından bakmaktır. Bunlara nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür. Denizlere nisbeten kürre-i arz ne kadar küçüktür (bir bilsen!)
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kürre-i arzın denizdeki (yeri), bir ağılın yeryüzündeki yeri kadardır.25
Bunun tasdiki, müşahede ve tecrübe ile bilinmiştir. Karalar bütün yeryüzüne nisbeten, küçücük bir ada gibidir. Sonra kürre-i arzın bir parçası olan topraktan yaratılmış insanoğluna bak ve diğer hayvanlara dikkat et! Kürre-i arza nisbeten küçüklüğüne dikkat et! Bütün bunlar bir tarafa hayvanlardan en küçük olarak tanıdığımız sivrisinek, bal arısı ve bunlara benzer hayvanlara dikkat et! Cisminin küçüklüğüne rağmen sivrisineğe bak! Hazır bir akıl ve saf bir fikirle onu düşün! Dikkat et ki Allah onu hayvanların en büyüğü olan filin şeklinde yaratmıştır; zira ona fil hortumu gibi hortum, küçücük şekline rağmen filin azaları gibi azalar yaratmıştır. Üstelik ona iki kanat da fazla vermiştir. Dikkat et ki onun görünen azalarını Allah Teâlâ nasıl taksim etmiştir? Onun kanadını bitirmiş, elini ayağını çıkarmış, göz ve kulak yerlerini yarmış, onun içinde sindirim sistemini, diğer hayvanlarda yarattığı gibi yaratmıştır. Gıdayı cezbedici, defedici, tutucu, hazmedici kuvvetleri onda nasıl terkip etmiştir? Tıpkı diğer hayvanlarda terkip ettiği gibi...
Bu durum onun şekli ve sıfatları hakkındadır. Sonra Allah Teâlâ'nın onu, nasıl gıda bulacak şekilde yarattığına dikkat et! Ona gıdasının insan kanı olduğunu öğretmiştir. Sonra dikkat et ki Allah ona insanoğluna uçup kon-mak için nasıl alet vermiştir? Ona başı sivri, upuzun bir hortumu nasıl yaratmıştır? Onu insan bedenindeki mesamelere nasıl mu-sallat etmiş ve hortumunu onların birine daldırmak için kendisine nasıl kuvvet vermiştir? Ona kan emmeyi ve yutmayı nasıl emretmiştir? İnceliğine rağmen içinden kan geçecek ve sineğin karnına varacak şekilde o hortumu nasıl içi boş olarak yaratmıştır? Hortum vasıtasıyla alınan kan azalarının diğer cüzlerine dağılır ve onlara gıda olur. Sonra insanın kendisini eliyle öldürebileceğini bildirmiş, ona kaçmayı nasıl öğretmiştir?
Kendisinden uzak olduğu halde elin hafif hareketini işitecek derecede kulağını hassas olarak nasıl yaratmıştır? Dolayısıyla kan emmeyi bırakıp kaçar. Ne zaman el durursa tekrar geri gelir. Sonra dikkat et ki ona nasıl iki göz bebeği yaratmıştır ki onunla gıdasının yerini görür. Yüz hacminin küçüklüğüne rağmen orayı nasıl bulur? Her küçük hayvanın gözbebeği, küçüklüğünden dolayı kirpikleri tahammül etmediğinden, kirpikler gözbebeğinin ay-nasını kir ve tozlardan temizler, bu nedenle sivrisineklere ve karasineklere iki el yaratılmıştır. Sineği görürsün ki daima iki eliyle göz bebeklerini siler. İnsan ve büyük hayvanlarda, göz bebekleri için kirpikler yaratılmıştır.
Hatta kirpiklerin biri diğerinin üzerine gelir ve etrafı keskindir. Dolayısıyla gözbebeğine düşen toprağı kirpikler temizler ve gözün dışına atarlar. Siyah kaşları gözün ışığını derlemek ve görmeye yardım etmek ve gözün şeklini güzelleştirmek için yarattı. Tozlardan korunmak için kirpiklerini kapatır, tozun göze girmesine mâni olur, fakat görmeye engel olmaz. Sivrisineğe kirpiksiz olarak iki tane berrak gözbebeği yarattı. Elleriyle onları temizlemeyi ona nasıl öğretti? Görüşünün zâfiyetinden dolayı onun kendiliğinden çıraya düştüğünü görürsün. Onun gözü zayıftır.
Çünkü o durmadan gündüzün ışığını arar. O zavallı, geceleyin çıranın ışığını görünce karanlık bir evde bulunduğunu zanneder. Lambayı da o karanlık evden ışığa açılmış bir pencere zanneder. Böylece durmadan ışığı arar ve kendini ona atar. Ateşi geçtiği zaman karanlığı görür. Pencereye isabet edemediğini ve yolunu seçemediğini zanneder. İkinci bir defa yanıncaya kadar döner. Belki sen, onun böyle yapmasını eksikliğine ve cehaletine hamledersin. Bil ki insanoğlunun cehaleti onun cehaletinden daha büyüktür. Şehvetlere üşüşmekte insanoğlunun misali, ateşe üşüşmekteki çekirgenin misali gibidir; zira insanoğluna suretlerinin görünür tarafından şehvetlerin nûrları görünür. İnsanoğlu bilmez ki bunun altında öldürücü zevke mustatildir. Bu bakımdan arı dörtgendeki köşeler boş kalıp da zayi olmasın diye dörtgen şekli yapmaz. Sonra eğer arı, evini dairesel yapsaydı, evlerin haricinde zayi olan delikler kalırdı; zira dairesel şekiller bir araya geldiklerinde, birbirlerine sırt vermezler. Zâviye sahibi şekiller içerisinde hiçbir şekil yoktur ki muhteva bakımından müdevvere yakın bulunsun, sonra hepsi sırt sırta verip de bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir boşluk kalmasın; ancak müseddes (altıgen) şekilde bu özellik vardır.
İşte müseddes şeklin özelliği budur. Sonra dikkat et ki Allah Teâlâ, arının küçük cismine rağmen ona nasıl ilham etmiş, incecik boyuna rağmen ona varlığıyla nasıl lütûf ve inayette bulunmuştur ve arının muhtaç olduğu şeyi ona nasıl vermiş ki hayatıyla rahata kavuşsun? Bu bakımdan Allah ortaktan münezzehtir. O'nun şanı ne büyüktür! O'nun mülkü ne geniş, minneti ne çoktur! İşte hayvanların en küçüklerinden olan bir hayvancağızın bu azıcık parıltısından ibret al! Yer ve gök melekûtunun acaipliklerini bir tarafa bırak! Zira bizim kısa anlayışımızın yetiştiği miktar, ömürler geçer de izahı yapılamaz.
Zaten bizim ilmimizin kapsamına giren, âlim ve peygamberlerin ilimlerinin kapsamına girene nisbeten hiçtir. Bütün mahlukâtın ilminin kapsamına girenin bilinmesi, Allah'a mah-sus olana nisbeten bir hiçtir. Allah'ın ilmine nazaran halkın bütün bildikleri ilim diye adlandırılmaya bile değmez. Bu bakımdan bu ve bunun benzerini düşünmekle en kolay yollardan hâsıl olan marifet artar. Marifetin artışıyla muhabbet artar. Eğer Allah ile mülâki olmanın saadetine talip isen dünyayı arkaya at! Ömrün boyunca daimî zikre, ayrılmaz fikre dal! Umulur ki ondan az bir miktarı elde edersin. Fakat bu az miktarla sonu olmayan büyük bir mülke konarsın.
22) Müslim, Buhârî
23) Daha önce geçmişti.
24) İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî
25) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.