Ey kardeşim, bilmiş ol ki ilimler insan ruhunda gizli bir halde mevcut olup tüm insanlar ilimleri öğrenmeye kabiliyetlidir. Bazı ruhlar sonradan meydana gelen herhangi bir arıza ve sebepten dolayı bu kabiliyetini kaybedebilir. Bunu şu hadislerden anlıyoruz: “İnsanlar, şirk ve küfürden temiz bir halde (tevhid dini üzere) yaratıldı, fakat şeytanlar onları aldatıp şirke düşürdü.” “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” (Buhârî, Cenâiz/92) İnsan ruhu aslî saflığını ve taharetini muhafaza etmesi halinde, Küllî Rûh’un (c.c) aydınlatmasına (işrak) istidatlı, O’ndan aklın kavrayabileceği suretleri almaya kabiliyetlidir.
Lâkin bazı ruhlar bu dünyada kendisine arız olan muhtelif hastalıklar ve çeşitli sebeplerden ötürü hakikatleri idrak edemez bir hale gelir. Bazıları da aslî sıhhatini korur, bozulmaz. Böylece kabiliyetini kaybetmez. Bunlar vahiy alma kabiliyeti olan, mucizeler gösteren, bu kevn ve fesad (içinde yaşadığımız oluş ve bozuluş dünyası) âleminde tasarrufa muktedir olan nebîlerin ruhlarıdır. Bu ruhlar aslî sıhhati üzere kalabilmiş, arızî illet ve marazî unsurlarla mizaçları bozulmamıştır. Bu sebeple nebîler insanları fıtratlarındaki temizliğe çağıran ruh doktorlarıdır.
Hasta ruhlar bu süflî dünyada muhtelif mertebeler oluşturur. Bunlardan bir kısmı birazcık dahi olsa mevki-makam hastalığına yakalanmış, hafızalarına nisyan (gaflet ve unutma) bulutları çökmüş olmasına karşın devamlı öğrenmekle meşguldürler. Bu şekilde aslî sıhhatlerini talep ederler ki, bu gruba dâhil olanlar az bir tedavi ile iyileşir, çok az bir tezekkürle nisyan bulutlarını dağıtırlar.
Bazıları da ömürleri boyunca ilim öğrenirler. Günlerini ilim tahsili ve birtakım nazariyeleri tetkik etmekle geçirirler. Fakat mizaçları bozuk olduğundan hakikatleri anlayamazlar. Çünkü mizaç bozulunca ilâç fayda vermez.
Diğer bir grup da, hatırlayıp unuturlar, riyazetle nefislerini yıpratırlar. Bu surette birazcık nur, az bir aydınlanma elde edebilirler.
Bu tür mertebeler nefislerin dünyaya meyletmesinden, fâni meşguliyetler içinde boğulup gitmesinden meydana gelir.
Ruhların hastalanması veya sıhhat bulması kuvvetlilik-zayıflılık derecesine göredir.
İşte bu hastalıklar giderilirse, ruhlar ledün ilminin mevcudiyetini kabul ve itiraf ederler, fıtratlarının temiz ve saf olduğunun farkına varırlar.
Ruhlar, bu kesif bedene arkadaşlık etmekle ve hakikatlere perde olan bu zulmânî âlemde ikamet etmekle hastalanmış, gerçeği göremez olmuştur.
Hâlbuki ruhlar, ilim öğrenmekle olmayan bir ilmi (ilm-i ma’dûm) icat etmek, mevcut olmayan bir aklı (akl-ı mefkud) meydana getirmek istemiyor; bilakis bedenî süslere yönelmek, bedenin ihtiyaçlarını karşılamak ve onu düzene koymak gibi birtakım meşguliyetler sebebiyle kendisine arız olan hastalığı gidermek, yaratılışlarında mevcut olan aslî ilme dönmek istiyorlar.
Nasıl ki çocuğunu seven şefkatli bir baba, çocuğunun bakımı, terbiyesi gibi işlerle uğraştığında diğer işleri unutursa, ruh da fazla sevgi ve şefkatinden dolayı bedene yönelmekte, onun onarımı, korunması, ihtiyaçlarının teminiyle uğraşmakla zayıf, bitkin düşmesi sebebiyle dünya denizinde boğulmaktadır.
İşte bu yüzden ruhlar, kaybettiğini bulmak, unuttuğunu hatırlamak için taallüme (çalışarak öğrenmeye) ihtiyaç duymaktadırlar.
Taallüm, ruhun kendi aslî cevherine yönelmesi, saadete ulaşmak ve kemale ermek için kendisinde kuvve halinde mevcut olan şeyleri fiile çıkarmasıdır.
Ruhlar, aslî cevherlerindeki hakikatlere tek başına ulaşamayacak kadar zayıf düşerlerse, âlim, fâzıl, müşfik bir muallime bağlanır, yardım için ona sığınırlar ki arzuladıkları şeye nail olabilsinler. Tıpkı, kendisini tedavi etmeyi bilmeyen, fakat sıhhatin arzu edilen, güzel bir şey olduğunun farkında olan bir hastanın müşfik bir tabibe başvurarak halini arz etmesi ve ona tedavisi için sığınması gibi.
Biz, baş (akıl) ve göğsünden (kalp) istisnaî bir hastalığa yakalanmış olan bir âlim tanıdık ki, hastalığının devam ettiği zaman zarfında, ömrü boyunca öğrendiklerini unuttu, hafızasında olan her şey birbirine karıştı. Bu âlim şifa bulup da sıhhatine kavuştuğunda unutkanlığı gitmiş, hastalık günlerinde unutmuş olduğu malûmatları tekrar hatırlayabilmişler. Bu olaydan anlıyoruz ki, bilgiler yok olmazlar, unutulurlar.
Bilgilerin yok olması (mahv) ile unutulması (nisyan) arasında fark vardır. Mahv, nakış ve izlerin hafızadan tamamen silinmesi, nisyan ise gün ortasında güneş ışıklarının bulutlar tarafından perdelenmesi ve ortalığın güneş batmışçasına kararması gibi, hafızadaki nakışların gizlenmesidir.
Öyleyse ruhun taallümle meşgul olması, yaratılıştaki temizliğine ve fıtratına dönmesi için, kendisine arız olan hastalığı defetmeye çalışmasından başka bir şey değildir.
Ey kardeşim, ruhun cevher ve hakikatini, taallümün sebep ve gayesini anladıktan sonra bilmiş ol ki hasta ruh bir şey öğrenmeye, ömrünü ilim tahsili için harcamaya ihtiyaç duyar.
Hastalığı hafif, derdi az, uğradığı belâ önemsiz, nisyan bulutu ince, mizacı sağlam olan ruh, fazlaca taallüme ve bu uğurda uzun müddet yorulmaya ihtiyaç duymaksızın birazcık tefekkür ile aslına döner, kendi hakikatine yönelir ve sırlarına vâkıf olur. Böylece onda kuvve halinde olan şeyler fiile çıkar. Fıtratındaki hallerle bezenir. Bu suretle kemale ermiş, kısa zamanda pek çok şey öğrenmiş ve bunları en güzel şekilde ifade eden bir âlim olmuş olur. Bu ruh, küllî ruha yönelerek aydınlanır. Cüz’î ruha yönelerek feyiz saçar. Aşk yoluyla aslına benzeyerek, haset ve kin damarlarını koparıp atar. Dünyanın fuzûlî ve lüzumsuz süslerinden yüz çevirir. İşte bu mertebeye eren nefis hakikati bilmiş, kurtuluşa ermiştir ki bütün insanlar için arzu edilen mertebe budur.