Daha önce Abdullah DEMİRCİOĞLU Efendi Hazretleri’ne arz edilip, kendisi tarafından cevaplandırılmış soruları sizlere takdim ediyoruz. S.1. Tasavvuf cemaati “ilm-i ledün” ismi altında Rasûlullâh’ın (s.a.s) sünnetlerini tahrip mi ediyor? C.1. İlm-i Ledün adı altında Rasûlullâh’ın (s.a.s) sünnetlerini tahrip eden bir cemaat, tasavvuf cemaati değildir ve olamaz da. Çünkü tasavvuf ehli, sünnetleri tahrip etmek için değil, onları ihya etmek için olan bir cemaattir. Onlar asla sünnetlere saygısız olamazlar. Olanlar varsa sünnet çizgisinden kendilerini düzeltmeye mecburdurlar.
S.2. Mutasavvıflar “şeyh” ismini kullanarak kendilerine nikâh düşen kadınlara ellerini verip öptürürler mi?
C.2. Asla! Mutasavvıflar kendilerine nikâhı düşen kadınlara ellerini veremezler ve öptürmezler de. Şehevî duygular onların semtlerine bile uğramamalıdır. Onların yolu Rasûlullâh’ın (s.a.s) yoludur. Böyleleri varsa onlar müteşeyyih (şeyh görünümünde) olan sahteler veyahut ta günahkârlardır. Kendilerini düzeltmeleri lazımdır.
S.3. “Şeriat, tarikat, hakikat” zincirine inanmak bazılarının iddia ettiği gibi İslâm’ı noksan kabul etmek anlamına mı gelir?
C.3. Kanaatimce, buna inanmak şeriatı eksik kabul etmek değildir.
S.4. Hakikat şeriattan, evliyâ enbiyâdan üstün müdür?
C.4. Hakikati şeriattan, evliyâyı da enbiyâdan üstün kabul etmek gerçek mutasavvifenin yolu değildir. Böyle bir şey asla olamaz. Hiçbir şey şeriattan üstün olamayacağı gibi, Hz. Allah’ın (c.c) gönderdiği peygamberlerinden de hiçbir evliyâ üstün değildir. Onlar Hz. Allah’ın (c.c) seçkin kullarıdır. Hz. Allah’ın (c.c) katında enbiyânın yeri ayrı, evliyânın ki ayrıdır. Peygamberler olmasaydı insanlar doğru yolu bulmazlardı. O zaman evliyâdan söz etmek gayr-i kâbil olurdu.
S.5. Peygamberler şeriatla, veliler de hakikatle amel ederler, demek doğru mudur?
C.5. Asla doğru değildir. Şeriatın dışına çıkan değil veli, bazı durumlarda müslüman bile kabul edilemez. Peygamberler şeriatı insanlar için Cenâb-ı Allah’tan (c.c) almış ve getirmişlerdir. Müslümanlar istisnasız şeriata inanır, onu kabul eder ve onunla amel ederler. Böyle asılsız sözleri tasavvufa mal etmek doğru değildir. Eğer mutasavvife içinde bunu bilmeden kullananlar var ise kendilerini düzeltmelidirler.
S.6. Evliyâyı sevmek, onlara Cenâb-ı Allah’ın (c.c) bazı kerametler verdiğini savunmak veya batınî ilimleri ihsan ettiğini veyahut da kendisine Cenâb-ı Allah’ın (c.c) ilham ettiğine inanmak sapıklık ve bid’atçilik midir?
C.6. Değildir tabi… Cenâb-ı Allah’ın evliyâsı sevilir. Niçin sevilmesin? Onlar sevilmeyecek de kimler sevilecek? Kişi sevdiğiyle beraber olur. Bu hususta yanılanlar hadis-i şeriflere bakmalıdırlar.
“…O veli kuluma düşmanlık gösterene ben harp açarım.”1
İleriye gitmeye gerek yok. Başka söze de lüzum yok. Çünkü sözlerin en güzeli Kur’ân-ı Kerim’den sonra O’nun (s.a.s) sözüdür.
Keramete gelince, Cenâb-ı Allah sevdiği evliyâsına kerametler de ihsan eder. Bu da inkâr edilemez. Nitekim İslâm tarihinde Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’in keramet gösterdikleri bilinmekte, ayrıca birçok evliyânın kerametleri, kitapları süslemektedir. Akaid kitaplarında yer alan, “Evliyânın kerametleri haktır” sözünü inkâr edenleri iyice düşünmeye sevk etmektedir.
Gelelim batınî ilim veya ledünnî ilmine. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Hızır hakkında:
“Biz ona kendi indimizden ledünni ilmi öğrettik”2 buyuruyor. Kehf sûresinde buna ait genişçe açıklama mevcuttur.3 Bundan şüphe edenler oradan okumalıdırlar. Hz. Allah, Hz. Musa zamanında Hz. Hızır’a verir de ondan sonra gelecek evliyâsına ihsan etse, bu vermek O’nun kudretinden hiçbir şey eksiltmez. Ayrıca Hz. Hızır’a verilişi, bir peygamber olan Hz. Musa’ya verilmeyişindeki hikmet iyi düşünülmelidir.
İlhama gelince… Bu da Cenâb-ı Allah’ın bir vergisidir. İlham demek; duyu vasıtalarımızdan birine dayanmayarak ilâhî feyiz yolu ile kalbe doğan manadır. İlham, peygamberlerden başka velilere de gelebilir. Peygamberlerden başka, velilere gelen ilham yalnız o zat içindir. Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı olmadıkça bilgi ifade eder. Evliyâya gelen ilham, onların müntesipleri olan müritlerine de geçerli sayılır ve bilgi ifade ettiği kabul edilir. Bunlar bid’at ve sapıklık değildir. Aksini iddia eden bunu ispata davet olunur.
S.7. İnâbe ettiği (el aldığı) kâmil bir mürşide bağlanmak, onu sevmek, onun şeriata muhalif olmayan emir ve tavsiyelerini dinlemek veya yapmak, müntesibi bulunan müritleri için İslâm’ın haricinde olan bir şey midir?
C.7. Tabi ki değildir. Ben yukarıda sayılan şeylerin hiç birisini İslâm şeriatına muhalif görmüyorum. Bir kere sormak lazım hangisi İslâm’ın haricindedir? İnâbe almak mı, yoksa olgun bir kimseyi sevmek mi? Hangisi? Onun şeriata muhalif olmayan emir ve tavsiyelerini dinlemek veya yapmak mı yoksa? Tabi ki hiç birisi değildir. Mü’min mü’mine hayrı tavsiye edecek ve sabrı öğütleyecektir. Böyle olmazsa mü’min de vazifesini yapmamış olur. Bunlar (bu yönde hareket edenler) İslâm’ın haricindedir. Böyle yapan müritler yaptıklarını iyi düşünsünler iddiasında bulunanlar da kendileri anlamadan, olmayan kuru iftiralarla tasavvufu ve müntesiplerini değerlendireceklerine İslâm tasavvufunun mana ve ehemmiyetini iyi kavramaya çalışsınlar.
S.8. Velileri günahsız ve hatasız kabul etmek doğru mudur?
C.8. Peygamberlerin dışında herkes hata edebilir. Mürşitler ve şeyhler de hata edip yanılabilirler. Hatalara tövbe etmek, bir daha o hatalara dönmemek, onu terk etmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek olgun kimselerin yoludur. Tasavvufta bunun dışında olan bâtınî anlayışa yer yoktur. Eğer bu tasavvufa sokulmuşsa bu tam İslâmiyet’i yansıtan bir anlayış olmaz. Âdemoğlunun hepsi hata edebilir. En hayırlı olanı da hatalarına tövbe edendir.
S.9. “Şeyh uçmaz mürid uçurur” sözünün tasavvufî hayatta değeri nedir?
C.9. Bu söz mutassavife arasında kullanılıyorsa derhal terk edilmelidir. Bunun hiçbir değeri yoktur. Böyle bir sözü değil söylemek, düşünmek bile büyük bir cinayettir. Üstelik bu sözün hiçbir değeri de yoktur. Olmuş olduğunu kabul etsek bile İslâm anlayışına ve mantığına da uygun değildir. Kendisi uçmayan bir kimse başkası tarafından uçuruluyorsa böyle bir kimseye “mürşid” de denemez. Kör olan bir kişi başkasına yolu nasıl gösterir? Böyle bir mürşide tabi olunamaz. Kâmil bir mürşid aranmalıdır.
S.10. “Mürşidi olmayanın, mürşidi şeytandır” sözünün değeri nedir?
C.10. Bu söz Ebû Yezid el-Bistamî’ye aittir. Hadis değildir. Yalnız bu söz mutasavvifenin bazıları tarafından kabul görmüştür. Hadis olmadığı için bunu kabul etmeyenler bir vebal altına girmezler. Ama kabul edenler de herhalde ziyanda ve zararda olmazlar. Büyüklerin sözlerinde birçok hikmetler gizlidir. Ebû Yezid el-Bistamî’nin sözüne bakarak kâmil bir mürşitten inâbe almada bir sakınca yoktur. Velev ki böyle bir mürid, inâbe ile biat arasındaki farkı bilmemiş olsun. Bu inâbe almasına bir nakısa getirmez. Çünkü inâbe, şeyhe yapılır. Biat da Müslümanların halifesine olur. Bu iki hususun özelliğini bilmemek kişiyi küfre götürmez. Bilinip ve inkâr etmek ise ayrıdır.
S.11. Mutasavvife arasında ‘bizim efendiye tabi olmayan helak oldu’ sözünün söylendiği iddia olunuyor. Bunun hakkında ne dersiniz?
C.11. Bu sözde mugalâta (yanıltmaca) var, diyorum. Aklı başında bir mürid bu sözü söylemez. Ama efendisine itimadı tam olmalıdır. Yani mürşid elindeki mürid, gassâl (yıkayıcı) elindeki meyyit gibi olmalıdır.
S.12. Tasavvuf yoluna katılmayı arzu eden bir kimse ilk önce bu yolda kendisine lazım gelen farz-ı ayın ilimleri öğrenmelidir. Öğrenmeden bu yola giremez, iddiası mevcut.
C.12. Tabi ki böyle bir mürid farz-ı ayın olan ilimleri öğrenecektir. Yalnız ‘öğrenmeden bu yola giremez’ diye de bir kaide yoktur. Kimse İslâmîyet’e girdiği zaman İslâm’ın her şeyini tam manasıyla biliyordu, diye iddia edilemez. Girdiğinde belki bilgisi çok azdır. Daha sonraları yavaş yavaş öğrenmiştir. Belki daha birçok İslâmî meselelerden haberi olmayanlar da vardır. Onları da öğrenir, bilmediğini sorar. Tabi ki bir âlim müslüman ile bir köylü müslümanın bilgileri eşit değildir.
S.13. Bazı kimseler tasavvufî hayat hakkında bilmeden ileri geri konuşuyorlar, bunlar arasında ilim sahibi olarak geçinenler de var. Bunlara anti tez olarak İslâm büyüklerinden bir örnek verebilir misiniz? Onların tasavvuf hakkında ne dediğine dair…
C.13. Memnuniyetle… İşte İmam-ı Gazali Hazretleri. Bakınız zikir ve tasavvuf hakkında nasıl övücü sözler söylemişler:
“Nefisleri zayıf, cevheri hakikatine ulaşamayacak durumda ise kendisine yardım edecek, maksuduna yetiştirecek müşfik bir muallime bağlanır. Nasıl ki tedavi yolunu bilmeyen hasta, müşfik bir doktora müracaat ederse...”
İşte İmam-ı Gazali’nin mübarek sözleri. Bundan ibret alana ne mutlu! Bugün âlim diye geçinen, tasavvufa dilleri uzanmış zavallıların; eserleri yüzleri geçmiş İmam-ı Gazali’ye ancak talebe olabilecekleri düşünülecek olursa, kimin sözünün daha geçerli olduğu ortaya çıkmış olur.
S.14. Fıkhî açıdan, Cenâb-ı Allah’ı (c.c) zikretmek her mümin için nedir?
C.14. Cenâb-ı Allah’ı (c.c) zikretmek her mümin için vâciptir. Bundan zikrin ehemmiyeti açık olarak ortaya çıkmaktadır.
S.15. Şeytanın vesveseleri ve müridlerin buna karşı tavrı en keskin silahı nedir?
C.15. Müridin semtine şeytanî vesveseler asla yanaşmamalıdır. Onlar, tağutî güçlerde yardımcı olamaz ve onlara dua etmezler. Bunlara karşı onların en tesirli silahı zikrullaha devamdır.
S.16. İslâm’ın hudutları ve tasavvuf hakkında ne dersiniz?
C.16. Tasavvufta İslâm’ın hudutları muhafaza edilir, onun dışına çıkılmaz, Rasûl-i Ekrem’in sünneti ve Hulefâ-i Râşidîn’in yolu terk edilmez. Onlar zühd ve takva yaşayışı üzere bulunurlar. Mutasavvıf demek, şeriatın hudutlarını asla çiğnemeyen kimse demektir.
S.17. Tasavvufa dair yazılmış birçok Latince eserde bid’at ve hurafelere yer verildiği iddia ediliyor. Bu doğru mudur?
C.17. Tasavvufa ait Latince yazılmış eserlerde bid’at ve hurafelere yer verilmiş ise bu tip eserlere çok dikkat etmek lazımdır. Bid’at ve hurafeyi iyi tanımak gerekir. Neler bid’attir, neler bid’at değildir. Şunu unutmamak lazımdır ki bid’at ve hurafenin İslâm’da, hele hele tasavvufta hiç yeri yoktur. Bid’at ehlini iyi tanıyabilmek için İslâm akaidini çok iyi bilmek lazımdır. Bid’atçinin arkasında namaz kılınmayacağını da unutmamak icap eder.
S.18. Tasavvufta mevcut olan zühd ve takva hayatı İslâm’ın diğer hangi emri ile yakından alakalıdır?
C.18. Zühd ve takva hayatı İslâm’ın cihad emri ile çok yakından ilgilidir. Nefislerle yapılan cihad da cihatların en üstünüdür. Bir savaş dönüşü ‘küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz’ sözü hem anlamlı, hem de derin manalar ifade etmektedir.
S.19. Nefsin heva ve heveslerini durdurabilecek tek ilaç nedir?
C.19. Tabii, nefsin heva ve hevesini durduracak tek ilaç zikrullahtır. Tasavvufî hayatın temeli zikrullaha dayanmaktadır.
S.20. Müridlerin zaman zaman keşif ve kerametlerinden bahsetmelerine ne dersiniz?
C.20. Tasavvufî yola ait bağlılıklarını ziyadeleştirmek için zaman zaman bunlardan bahsedilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak müridlerin gece ve gündüz konuları, keşif ve kerametten bahsetmek olmamalıdır.
S.21. Bazıları mükellef olan bir kimseden teklif düşer diyorlar, doğru mu?
C.21. Asla doğru değildir. Mükellef olan bir kişiden teklif düşmez. Teklif akıl-baliğ olduktan sonra başlayıp, ölünceye kadar devam eder. Ölünce o zaman düşer. Bir de delilerden sakıt olur. Akıllı olan bir kişi sonradan delirirse ondan da teklif sakıt olmaktadır. Bunun haricinde ilâhî emirler kimseden düşmez. Düştüğünü iddia etmek yanlıştır.
S.22. Bazı kimseler farz-ı ayın olan ilimler için şeyhinden izin alınmalıdır, diyorlar bunu nasıl buluyorsunuz?
C.22. Doğru değildir. İsmi üzerinde zaten “farz-ı ayın olan ilimler” diyoruz. Bunu her müslüman tuttuğu mesleğine göre öğrenmeli, bilmeli ve tatbik etmelidir. Bunun için özel izne gerek yoktur. Yalnız bazı hususlarda; müslüman, iyi bilip tanıdıkları kimselere fikir danışabilirler. Onlarla müşavere edebilirler. Bununla diğerini karıştırmamak lazımdır. İşi saptırıp fikri çarpıtmamak lazımdır.
S.23. Tasavvuf hareketi sadece ihtiyaç duyulan için midir? Bunu ümmetin tamamına vâcip diye anlatmak doğru mudur?
C.23. “Tasavvuf hareketi ihtiyaç duyulan içindir, bunu ümmetin tamamına vacipmiş gibi anlatmak yanlıştır” diye iddiada bulunmak doğru değildir.
S.24. Kalplerin vesveseden kurtulması için ne yapılmalıdır?
C.24. Kalplerin vesveseden kurtulması, hevâ ve heveslerden sıyrılmak ancak zikirle meşgul olmak, ölümü çokça düşünmek, yani tefekkürü mevt yapmak, rabıta ve murâkabeye riayet etmektir.
S.25. ‘Avrupa’da tasavvufî hayat yaşanmaz, yaşansa da bu hayattan feyiz alınmaz’ deniliyor. Bu doğrumudur?
C.25. Doğru değildir. Sadece bir iddiadan ibarettir. Dünyanın her tarafında fısk u fucûr almış yürümüştür, ümmetin böyle fesada uğradığı, bozulduğu zamanlarda müslümanların daha çok Kur’ân’a ve sünnetlere sarılmaları emredilmektedir. Hal böyle olunca, nasıl ki bozulmuş toplumlarda müslümanlık yaşıyorsa, müslümanlar Cenâb-ı Allah’ın emirlerini yerine getirmeye uğraşıyorlarsa zühd ve takva olan tasavvufî hayat da bu toplumlarda devam edecektir.
S.26. ‘Cenâb-ı Allah’ı zikretmenin, oturup bir köşede tespih çekmenin zamanı değildir. Böyle yapmak pısırıklıktır, korkaklık veya miskinliktir’ deniliyor. Siz buna ne cevap verirsiniz?
C.26. Böyle düşünenler veya söyleyenler ancak İslâm’ı bilmeyen inançsız kimseler olabilirler. Müslümanlar içerisinde böyleleri varsa onlarda zikrin ne manaya geldiğini bilmeyen kimselerdir. Böyle müslümanlar, bu düşüncelerini tashih etmelidirler.
S.27. Bazıları filan yerde tasavvufî hayat yaşanmaz, mürşidlik veya şeyhlik olmaz. Avrupa’da feyiz olmayacağı için bunlar buralarda geçerli değildir, diyorlar. Bu ne kadar doğrudur dersiniz?
C.27. Bu düşüncede yanlıştır. Buna yukarıda cevap verilmiştir.
S.28. ‘Cenâb-ı Allah’ı zikretmenin zamanı değildir. İslâm namına yapılacak daha başka hizmetler vardır. İlk önce bir İslâm devleti olmalı. O olmadan yapılan zikirler, tesbihler ve dualar geçerli değildir’ diyorlar buna ne cevap verirsiniz?
C.28. Asla doğru değildir. Zikrullâhın zamanı, zemini yoktur. Bazı engellerle kısıtlı değildir. Namaz kılınabilen, oruç tutulabilen ve diğer İslâmî emirlerin yapıldığı her yerde zikrullâh da yapılır. Zikrullâhı böyle dar bir çerçeveye sığındırmak doğru değildir. Kasıtlıdır. İslâm’ın hüküm sürdüğü hiçbir devirde böyle olmamıştır. Tarih bunun açık numuneleriyle doludur. Sünen-i Ebû Dâvûd’da, Hz.Aişe validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:
“Rasûlullâh (s.a.s) her an Cenâb-ı Allah’ı zikrederdi.”
Hem sonra Müslümanlar gaye birliği içindedirler. Birbirlerine dini emirlerde yardımcı olurlar. Takvada yardımlaşırlar. Kötülükte yardımlaşmazlar. İslâmî kalıplara, ölçülere uyarak, samimi, ihlâslı bir müslümanın yaptığı İslâm binasının duvarlarını haince tuğla tuğla yıkmak ancak küfre yardımcı olmak demektir. Müslümanlar böyle cahilce birbirlerine düşeceklerine küfür karşısında bir araya gelmeli ve yapacaklarını yapmalıdırlar.
S.29. Bazıları Cenâb-ı Allah’ı zikretmekle alay ediyorlar. O’nu zikreden zâkirlere, ‘İki salladınız iş bitti’ diyerek istihza ediyor ve eğleniyorlar, bunlar hakkında ne dersiniz?
C.29. Bunlar şu üçten biri olabilirler;
Bunu söyleyen zikrin manasını bilmeyen cahillerden olabilir. Bunu iddia eden kasıtlı kimseler olabilirler. Veya tasavvufa karşı olan birisi de olabilir. Birinci kategoride olan zikrin manası bilmeyen cahiller ise bilmeden küfre saplandığı için kendisini tövbe ve tecdid-i imanla yenilemelidir. Gelelim kasıtlı olanlara; bunlara bir sözümüz yoktur. Cenâb-ı Allah onlara hidayet nasip etsin. Zikri ve tasavvufu inkâr eden birisi ise, buna da şunu söylememiz anlayan için yeterlidir, zannediyoruz. Kur’ân-ı Kerim’in 6666 ayetini inkâr etmekle bir ayetini inkâr etmek, kabul etmemek veya onunla alay etmek aynıdır. Öyle ise Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
“Dikkat edin ki, Allah’ı zikretmekle kalpler mutmain olur.” (Ra‘d, 28)
S.30. Bir kısım müslümanlar, ‘Kişinin yalnız başına Cenâb-ı Allah’ı zikretmesine bir şey demiyoruz. Ama toplu halde veya cemaat halinde yapılan zikre karşıyız’ diyorlar buna söyleyecek bir sözünüz var mıdır?
C.30. Tabii ki vardır. Zikrin sadece kişisel olanını kabul etmek doğru değildir. İkisi birbirinden ayrılamaz. Bunu ayırmak Peygamberimizin hadislerini görmezlikten gelmek demektir. Bu hadislerden sadece bir tanesini veriyorum.
“Cenâb-ı Allah’ın (c.c) yeryüzünde dolaşan seyyâh melekleri vardır. Bunlar zikir ehlini ararlar. Cenâb-ı Allah’ı zikreden bir kavmi (yani bir cemaati) bulduklarında birbirlerine, ‘aradığınız buradadır, geliniz’ diye seslenirler…”
Hepsini veremediğimiz sadece ön kısmını zikrettiğimiz bu hadise baktığımızda neler görüyoruz.
a) Melekler zikir ehlini (cemaatini arıyorlar)
b) Allah’ı zikreden bir kavmi bulduklarında birbirlerine sesleniyorlar.
Demek ki bir cemaatin Cenâb-ı Allah’ı toplu halde zikredeceğine dair hadîs-i şerîfte açıklık vardır Anlayana daha başkasını söylemeye lüzum yoktur.
S.31. Bazıları şimdi zikir zamanı değil, cihad zamanıdır diyorlar. Zikir ve cihat hakkında ne dersiniz?
C.31. Zikir hakkında yukarıdan beri epeyce bahsettik sayılır. Şimdi birazda cihad hakkında bahsetmede fayda var. Peygamberimiz “cihat, kıyamete kadar geçerlidir” buyuruyorlar. İslâm dininde cihadın ayrı bir yeri vardır. Cihad çeşitlidir. Canla, malla ve dille olmaktadır.
Ameller derece itibarıyla birbirinden farklıdır. Bununla cihadı önemsiz bir iş gibi saymak gibi bir duruma düşmekten Cenâb-ı Allah’a sığınırız. Aşağıdaki vereceğimiz hadis-i şerife bu noktadan çok dikkatli bakmak icab eder. İki hadis-i şerifin manasını veriyoruz.
a) Rasûlullâh’a (s.a.s): “Kıyamet gününde kulların derece itibarıyla Allah katında en üstünü hangisidir” diye soruldu. O da:
“Gazi kılıcıyla kırılıncaya veya kan damlayıncaya kadar kâfir ve müşriklerle vuruşsa, yine muhakkak ki Cenâb-ı Allah’ı zikredenler derece itibariyle daha üstün olacaklardır”4 buyurdu.
Hadîs-i şerîf açıktır. Kaldı ki bugün cihadın birkaç müslüman devleti hariç sadece dille yapılanına tesadüf edilmektedir. Canla olanına değil.
b) Peygamberimiz (s.a.s):
“Size amellerin en hayırlısını Allah katında en temizini, derecelerinizi en fazla yükseltenini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlı olanını, düşmanla karşılaşıp sizin onların boyunlarını, onların da sizin boyunlarınızı vurmalarından daha hayırlı olanı haber vereyim mi?” Sahâbîler:
“Evet, haber ver” dediler. O da:
“Allahu Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdular.
Muaz b.Cebel de şöyle dedi: “Cenâb-ı Allah’ın azabından en çok kurtaran şey zikrullahtır.”5
1. Buharî, Rikâk/38.
2. Kehf, 65.
3. Bkz. Kehf, 60-82.
4. Tirmizi, V, 458.
5. Tirmizi, V, 459.