Muridan
Tasavvufî Istılâhlar - Tevâcüd, Vecd, Vücûd

Tasavvufî Istılâhlar - Tevâcüd, Vecd, Vücûd

Ebu Bekir Dukki’ye: “Cehm Dukki, semâ esnasında coştu ve eline geçirdiği bir ağacı kökünden söktü” dediler. Ebu Bekir ile Cehm bir ziyafette bir araya geldiler, Ebu Bekir âmâ idi.

 Tevâcüd; vecdin, kemâl haline sahip olmayan bir sâlikin bir nevi irâde ile vecdi davet etmesidir. Zira sâlik kâmil manada vecde sahip bulunsaydı, o zaman vâcid (mütevâcid olmaz, vücûd sahibi) olurdu. “Tefâül” babı ekseriyetle mevcut olmayan bir sıfatı varmış gibi göstermek için kullanılır.

 Şair der ki: “Gözlerim küçük olmadığı halde küçükmüş gibi gösteririm (tecâzür). Sonra bir gözü kapar, tek gözlü görünürüm. Hâlbuki ben tek gözlü değilim.”

Sûfilerden bir zümre zorlama (tekellüf) manasını taşıdığı için tevâcüd, sahibi için “mahzurdan salim olmaz,” demişlerdir. Bu görüş hakikattan uzaktır. Başka bir zümre ise; tevâcüd, sûfiyâne hâller bulmayı gözetleyen tecrîd sahibi fukara (dervişler) için mahzurdan salimdir, demişlerdir. Tevâcüdün esası Resûlüllah (s.a.) dan rivayet olunan: “Ağlayınız, eğer ağlayamazsanız ağlar görününüz” hadisine dayanmaktadır.

 Ebu Muhammed Cerirî (r.a.) ile ilgili olarak nakledilen meşhur menkıbe şudur.- Cerirî diyor ki: “Cüneyd’in yanında idim. îbn Mes-rûk ve daha başkaları da orada bulunuyordu. Burada bir de ilâhîci (kavvâl, guyende) vardı, tlâhici okumaya başlayınca îbn Mesrûk ve oradaki diğer zevat (tevâcüd için) ayağa kalktılar. Cüneyd ise sakin bir şekilde oturuyordu. Cüneyd’e: Efendim! Semâ yapmak istemez misiniz?” dedim. Cüneyd dedi ki: ‘Dağları, yerinde hareketsiz olarak görürsün, hâlbuki onlar bulut gibi geçip gitmede ve dönmede.’ (Neml, 27/88). Cüneyd daha sonra bana sordu: Peki Ey Cerîri sen semâ yapmak istiyor musun? Nasıl semâ yapıyorsun? Dedim ki: Efendim, semâ meclisinde hazır bulunduğum zaman şayet burada hayâ edilen muhterem bir zat varsa kendime hâkim olurum ve vecdimi zabt ederim. Kimsenin bulunmadığı yerlerde ise vecdimi salıveririm ve tevâcüde gelirim.” Bu hikâyede Cerîri tevâcüd sözünü kullanmış, Cüneyd de bu sözü tenkit etmemişti.

 Üstad Ebu Ali Dekkak’ın (k.s) şunu anlattığını hatırlıyorum:

 “Cerîri semâ hâlinde büyüklerin edebine ve hakkına saygı gösterdiği için, Allah edebin hürmetine onun vaktini korudu da, kendime hâkim olmak mümkün değildir. Fakat Cerîrî şeyhlerin hürmetini gözetmede samimî olduğu için Allah onun vaktini (ve hâlini) muhafaza etmiş, o da bu sayede kimsenin bulunmadığı yerlerde vecdini salıvermişti.”

 Vecd: Tevâcüd, izah edildiği tarzda vecd hâlinin başlangıcıdır. Tevâcüdden sonra vecd hâli gelir. Vecd kasıt ve zorlama olmaksızın sâlike gelen ve kalbine tesadüf eden (ve onu kendinden geçiren) bir şeydir. Bunun için şeyhler derler ki: Vecd bir müsadefedir. (Kulun irâdesinin tesiri olmaksızın Allah’tan gelen bir feyz, lütuf ve ihsandır). Vecd hâlleri, evradın (belli zamanda belli sayıda yapılan ibadet ve zikirler) meyveleridir. Bir kimse virdini ve vazifesini fazlalaş-tırdıkça Allah da onun hakkındaki lutfunu ziyadeleştirir.

 Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: “Varidat (fuyûzât) evrada (zikirlere) göre olur. Zahirde virdi olmayanın sırrında ve bâtınında varidi bulunmaz. Bir vecd ki, onda kulun irâdesinin tesiri vardır, o vecd değildir. Kulun külfet ve gayretle yaptığı zahirî muameleler taat ve ibadette tatlılığı icabettirdiği gibi, safha safha gerçekleştirdiği batini hükümler de vecd hâllerini icabettirir.”

 Şu halde, tatlılıklar (halâvet) muamele ve amellerin meyveleri, vecd hâlleri de (zühd, verâ’, takva, ihlâs gibi gerçekleştirilen) menzil ve makamların neticeleridir.

 Vücûd: Vecd hâlinden yükselenlerin ulaştığı mertebedir. Hakk’ı bulmak ancak beşeri his ve sıfatlar söndükten ve kaybolduktan sonra mümkün olur. Hakikat sultanı (Allah’ın tecellileri) zühûr ettiği zaman beşeri varlık için beka tasavvur edilemez.

 Ebu Hüseyn Nuri’nin: “Ben yirmi senedir vecd ile fakd (buluş ile kaybediş) arasmdayım. Rabbımı bulunca kalbimi kaybediyorum, kalbimi bulunca Rabbımı kaybediyorum.” demesinin manası budur.

 Cüneyd’in: “Tevhidin ilmi, tevhidin vücuduna zıttır. Vücudu da ilmine zıttır.” (Yani insan vecd hâlinde tevhidi bulur, fakat o zaman tevhid hakkında bilgisi ve şuuru olmaz, bilgi ve şuur sahibi olunca da vecd hâlinde olmaz) demiş olmasının manası da budur.

 Şu şiiri bu makamda okurlar: “Bana görünen şühûd ve tecellilerle varlıktan kayboldum mu,, hakiki varlığımı işte o zaman bulurum.”

 Bu duruma göre tevâcüd bidayet, vücûd nihayettir, vecd ise bir ilerleme meydana getirir). Vecd, kulun istiğrakını icabettirir (onu manevî heyecanlara garkeder). Vücûd, kulun helak ve yok olmasını gerektirir. Kul bu konuda, önce denizi gören, sonra gemiye binennihayet denize açılan kimse gibidir.”

 Bu hâllerin tertip şekli, önce kusûd (niyet), sonra vürûd (geliş), sonra şuhûd (görüş), sonra vücûd (buluş), sonra humûd (sönüş) tarzındadır.

 Humûd, vücûd miktarınca hâsıl olur, vücûd sahibinin sahv ve mahv hâli vardır. Sahv hâlinde bekası, mahv halinde fenası Hakk iledir. Bu iki hâl daima yekdiğerini takip ederek sâlik üzerine gelir, sâlik, üzerinde “Hakk ile sahv” hâli galip olunca artık kul Hakk ile hareket eder, Hakk ile söyler. (Fiili ve kavli Hakk olur). Rasûlullâh (s.a.) Hakk Teâlâ’dan haber verdiği kudsi bir hadiste: “Kul benimle işitir, benimle görür” buyurmuştur.

 Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi’nin. Mansur b. Abdullah’tan işiterek naklettiği şu menkıbeyi anlattığını duymuştum: “Adamın biri Şiblinin zikir halkasında durdu ve sordu: Vücûdun sıhhatli oluşunun eserleri vecd sahibi olan vâcidler üzerinde zuhur eder mi? Şiblî: “Evet” dedi. “İştiyak ateşi ile birlikte bir nur ışıldar, bu nurun eserleri bedenler üzerinde parıldar.”

 İbn Mu’tez şiirinde bunu tasvir etmiştir:

 “Kadehin ibriklerinden su yağdırdı da bu su altın gibi toprakta inci bitirdi. Meclis halkı ateş gibi üzümden, nur gibi bir su çıktığını görünce şaştılar ve Sübhânellâh! dediler. Ad kavmine İrem’den miras kalan bu şarap idi. Kisra’ya baba ve dedelerinden kalan hazine de bu idi.”

 Ebu Bekir Dukki’ye: “Cehm Dukki, semâ esnasında coştu ve eline geçirdiği bir ağacı kökünden söktü” dediler. Ebu Bekir ile Cehm bir ziyafette bir araya geldiler, Ebu Bekir âmâ idi. Cehm ayağa kalktı, coşkun bir hâlde dönmeye ve semâ yapmaya başladı. Zayıf bir adam olan Ebu Bekir yanındakilere: “Cehm yaklaşınca onu bana gösteriniz” dedi. Cehm semâ yaparken yanına uğradı ve ona yaklaştı. Yanındakiler: “Cehm işte budur” deyince Ebu Bekir hemen Cehm’i bacağından yakaladı ve çivi gibi bulunduğu yere çaktı. Cehm için kıpırdamak mümkün olmadı. Bunun üzerine Cehm: “Ey Şeyh! Tevbe! Tevbe!” demeye başladı. Bunun üzerine Ebu Bekir, Cehm’i salıverdi.

 Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî’nin (k.s) sened zikrederek şunu naklettiğini duymuştum:

 “Ebu İkâl Mağribi hiç bir şey yemeden ve içmeden Mekke’de dört sene ikâmet ettikten sonra orada vefat etmişti. Sûfilerden biri Ebu İkâl’e geldi ve: Selâmün aleyküm! dedi. Ebu İkâl: Aleyküm selâm! diye mukabelede bulundu. Adam: Ben falanım, diye kendini tanıttı. Ebu İkâl: Sen falan zatsın, Nasılsın? Hâlin nasıl? diye sordu ve hâlinden kayboldu, kendini kaybetti. Adam diyor ki: Ebu İkâl’e tekrar: Selâmün aleyküm! dedim. O da beni hiç görmemiş gibi: Aleyküm selâm! diye karşılık verdi. Bu hareket tarzını birkaç kere tekrar ettim. Sonra anladım ki, bu zat gaybet halindedir. Kendisini terk ettim ve oradan ayrıldım.”

 Ebu Abdullah Turuğbazî’nin hanımı anlatıyor: Bir kıtlık senesi idi. Halk açlıktan ölüyordu. Ebu Abdullah Turûğbazi evine girdi ve iki ölçek kadar buğdayın mevcut olduğunu gördü: “Halk açlıktan ölürken, evimde buğday bulunuyor.” dedi ve aklını kaçırdı. Namaz vakitleri hariç bir daha kendine gelmedi. Namaz vakti gelince kendine gelir, farzı edâ ettikten sonra eski haline dönerdi, ölünceye kadar bu hâl devam etmişti.

 Bu menkıbe gösterir ki; hakikatin hükmü gâlib gelse bile, bu zatın şeriatın âdabına riayet etmesi temin edilmekte idi. Zaten hakikat ehlinin sıfatı budur. Sonra bu zatın temyiz hâlini kaybetmesinin sebebi müslümanlar hakkında beslediği şefkat hissi idi. Hâlinde, hakikat mertebesinde bulunduğunun alâmeti bu idi (yani şeriatın hükümlerine riayet edebilmesi idi).

 Kuşeyrî Risâlesi

Top