Muridan
Ucûb - İ.GAZALÎ

Ucûb - İ.GAZALÎ

İbadet ve amel bozucu ikinci sebep de ucûbtur. Bundan sakınmak vaciptir. Ucûb, kendini bir şey sanmak, hayırlı bir işteki başarısının Allah’tan değil de kendi gücünün ve zekâsının eseri olduğuna inanmaktır. Ucûb iki türlü zarar verir. 1. Ucûb, Cenâb-ı Hakk’ın yardımına ve onun kudretine ve büyüklüğüne perde çekilmesine ve yardımının tamamen kesilmesine sebep olur. Bu sıfatı takınanlar perişan ve kahredilmiş olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın yardımından, lütfundan ümidi kesilenin hali felâkettir, mahvolmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Üç şey tehlikeli ve mahvedicidir: a. Hırslı ve cimri olmak ve onunla amel etmek b. Nefsin hava ve hevesine tâbi olmak c. Kişinin, kendi fiilini beğenmesidir (ucûb).

 2. Ucûb, ibadetleri ve sâlih amelleri bozar, çürütür, mahveder, Nitekim Hz. İsa (a.s) buyuruyor:

 “Ey Havâriler! Nice kandiller var ki; yel, rüzgâr onları söndürür. Nice âbidler var ki, ucûb onların amellerini boşa çıkarır.”

 

 Bir şey ki ibadetin faydasını ve amelin verimini bozar, o şeyden sakınmak lâzımdır.

 

 Ucûb ne demektir? Hakikati, hikmeti ve ameldeki te’siri nedir: Sorusuna şu cevabı veririz:

 

 Ucûb; kulun yaptığı bir amelin, bir hayırlı işin büyüklüğüne inanmasıdır. Bu daha geniş olarak şöyle açıklanıyor: Bir kul, amelinin şerefini Cenâb-ı Hakk’tan gayrısından (ister nefsinden, ister halktan, ister başka şeylerden) bilse, o kul ucûb sıfatını taşır.

 

 Din âlimleri der ki: Ucûb, iki veya üç şeyden gelir. Eğer nefisten, insanlardan ve bazı şeylerden olursa üçlü, eğer ikisinden olursa ikili, eğer yalnız birinden olursa birli olur. Meselâ: Bir âlim, ilminin şerefini, zekâsının kuvvetli oluşundan, ya öğretmenden yahut fazla çalışmasından geldiğine inansa ve bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın kudretini, yardımını unutsa ve ‘bunlar vasıtasıyla ilmin şerefi Allah’tandır’ demese O âlim ucûb sıfatını taşır.

 

 Yine bir kimse kendi şerefini, malından çocuklarından veya makamından bilse ve bütün bunlarla hakikî müessirin Cenâb-ı Hakk olduğunu unutsa ucûb sıfatını taşır. Sözün kısası, fiilleri yalnız sebep ve vasıtalara bağlamak sırf cehalettir. Mesela bir Padişah, birisine bir hediye verilmesini emretse, kâtip onu yazar, hazine memuru onu hazineden çıkarır ve kendisine verir. Bununla kâtibin ve hazine memurunun ne ilgisi vardır? Eğer hediyeyi alan, veren kişilerin bunlar olduğuna inansa bilgisiz ve gafildir, padişahın nimetine karşı nankörlük etmiştir.

 

 Ucûbun zıddı, Allah’ın minnetini anmaktır. Bunun manası şudur:

 Bir kişi, Allah’ın yardımıyla işini başarıyla bitirdiğini ve ancak O’nun lütuf ve inayetiyle amelinin şeref kazandığını ve sevabına nail olduğunu düşünmüş ve Allah’ın minnet hakkını anmışsa (ucûba düşeceği zamanlarda) farzdır. Başka zamanlarda (yâni ucûb’e düşme ihtimali olmadığı zamanlarda)   ise nafiledir.

 

 Ucûbun ameldeki tesiri şudur:

 İşlediği hayırlı bir işte ucûba düşen bir kimse ölümünden evvel tevbe ederse ameli makbul olur. Tevbe etmeden ölürse ameli hiçe gider, yani bu amelden sevap kazanmaz.

 

 Cenâb-ı Hakk’ın, hayırlı ameller  işlemeğe yardım ettiğini, şereflendirdiğini,   lütuf ve keremiyle ona bu ameli karşısında sevap verdiğini ve her şeyin Allah’tan geldiğini bilen bir kimsenin ucûb etmesi düşünülebilir mi, sorusuna şu cevabı veririz:

 Bunda ince bir nükte vardır. Yaptığı işte kendini beğenen ve kendine güvenen insanlar üç kısımdır.

 

 1. Her amelinde ucûba düşenler. Yalnız kendini beğenen ve takdir edenler. Bunlar, Mutezile ve Kaderiye gibi düşünürlerdir. Fiillerinde müstakil olduklarını, her işi kendi güçleriyle yaptıklarını iddia ederler ve bu hususta Allah’ın lütuf ve yardımını inkâr ederler. Bunların görüşleri şudur: ‘Eğer ameller, Allah’ın yardımıyla oluyorsa o zaman kimsenin ne cezaya ne de mükâfata müstehâk olmaması gerekir.’ Bunlar tamamen ucûb içindedirler.

 

 2. Bunlar, her hal ve hareketlerinde Allah’ın minnet hakkını bilirler, katiyen ucûba düşmezler. Bunlar, Allah’ın lütfuna uğramış, hakikati bilen Ehli Sünnet’ten bir topluluktur ki, bunların yolu en doğru yoldur.

 

 3. Yine Ehl-i Sünnet’ten bir topluluk vardır ki, bazen her şeyin Allah’tan geldiğini bilir, O’nun minnet ve şükran hakkını düşünür, bazen da gaflete dalar. Sebep ve vasıtalardan geldiğini sanar ve bu yüzden ucûba düşer.

 

 Mutezile ve Kaderiye düşünüşündeki ucûb sebebiyle ameller bozulur mu, bozulmaz mı, sorusuna şu cevap verilir:

 

 Bazı âlimlere göre, küllî inanışa sahip bir kimsenin cüzî amellerine ucûb lâzım gelmez. Nitekim Ehl-i Sünnet toplumunun, küllî inanış sebebiyle amellerinin cüzîlerinde Allah’ın minnetini anmak icap etmez. Çünkü Ehl-i Sünnet’in küllî inanışında, bütün işlerin Cenâb-ı Hakk’tan olduğu, O’nun kudret ve iradesiyle meydana geldiği itikadı vardır.

Top