Muridan
Öz'ün Tercümanı Söz, Prof. H.Kamil Yılmaz

Öz'ün Tercümanı Söz, Prof. H.Kamil Yılmaz

Bir Türk, bir Arap, bir Acem ve bir de Rum birlikte yolculuk ederlerken birisi kendilerine “bununla bir şeyler alırsınız” diyerek bir miktar para verir. Dört adam ve dördünün dili de ayrı. İhtilâfa düşerler. Fars olan der ki:

Söz, insanoğlunun en temel iletişim aracıdır. İnsan gerek hem cinslerine karşı duygu ve düşüncelerini, gerekse yaratanına karşı dua ve niyazlarını sözle ifade ede gelmiştir. Bu yüzden insanlık tarihinde sözün ayrı bir yeri vardır.

Sözün olduğu yerde bir söyleyen, bir de dinleyen vardır. Söyleyenin ifade gücü söze kuvvet verdiği gibi, dinleyenin idrak kabiliyeti de sözün değerini yükseltir. Hz. Mûsâ’nın sözünün gücünü arttırmak için dilindeki düğümlerin çözülmesini istemesi ve ardından Harun’la teyid edilmeyi talep etmesi çok anlamlıdır.
Kişi, bir mânâ beyân etmek, bir hususu anlatmak, bir problem ve teori ortaya koymak isterse önce derdini anlatacak bir söz, ardından ise söylediklerini anlayacak akıllı ve seviyeli bir insan arar. Çünkü sözün değerini arttıran, sözü doğru anlayacak muhataptır. Bu yüzdendir ki bütün peygamberler ve fikir önderleri sözü doğru ifade edebilmek kadar doğru anlayacak insan hasreti içinde olmuşlardır. Hz. Îsâ’nın: “Allah’a giden yolda kim bana yardımcı olur?”  çağrısı, sözüne kuvvet ve destek için bir arayıştır. Hz. Mevlânâ’nın Hüsameddin Çelebi’ye hitaben: “Ben bu söylediklerimi senin idrakine göre söylüyorum ve bu âlemden sözü doğru anlayan insan hasretiyle gidiyorum”  şeklindeki tazallümü de bu türden bir feryâddır.
Sözün değeri, mânâsında ve söyleyenin gönül dünyasındaki derinliğinde saklıdır. Çünkü söz, kalbin tercümanı olan dilin terennümüdür. Duygunun kaynağı olan kalb ve onun tercümanı konumundaki dil, sözün değerini belirler. Nitekim Zemahşerî’nin tefsirinde naklettiği şu hâdise kalb ve dil ilişkisini hikmetle ne güzel anlatmaktadır:
Rivayete göre Dâvud (a.s.) Lokman Hekîm’den bir koyun keserek en iyi iki parçasını kendisine getirmesini ister. Lokman Hekîm ona kestiği koyunun dil ve yüreğini götürür. Aradan birkaç gün geçince Dâvud (a.s.) yine Lokman Hekîm’den bir koyun keserek bu sefer en kötü iki parçasını ister. Lokman Hekîm yine ona koyunun dil ve yüreğini götürür. Dâvud (a.s.) bunun hikmetini sorunca Lokman Hekîm şöyle cevap verir: “Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi; kötü olursa da daha kötüsü bulunmaz.”
Söz, anlamayana değil, anlayana söylenir. Hatta “sözün uzunu ahmağa söylenir” derler. Sözü kısa söylemek istiyorsanız, anlayan bulacaksınız. Zira leb demeden leblebiyi anlayan için uzun söze hâcet yoktur. Ârife işaret kâfîdir; ârif olana beden dili, yüz ifadesi, göz ve kaş hareketi bile yeterlidir.
Sözü anlamayan ya da yanlış anlayanla işiniz zordur. Çünkü “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Bütün mesele sözü doğru söyleyecek ve söyleneni doğru anlayacak insan bulmaktadır. Bu, insanlığın hasretidir.
Namık Kemal için şöyle bir hikâye anlatırlar. Rivâyete göre Magosa’da zindandayken Namık Kemal’in yanına birini verirler. Üstad şiirler yazar ve yazdıklarını o zindan arkadaşına okurmuş. O da bu şiirleri ağlayarak dinlermiş. Namık Kemal bu durumdan çok etkilenerek kendi kendine: “Ne kadar duygulu ve hassas insan” dermiş. Hatta dışarıdaki bir arkadaşına şu meâlde bir mektup yazmış: “Zindandayım ama çok mutluyum. Çünkü burada beni anlayan birine rastladım. Ben söylüyorum o ağlıyor, o ağlıyor ben söylüyorum.”
Namık Kemal birgün zindandaki arkadaşına: “Ben şiirlerimi okuyup konuştukça sen hep ağlıyorsun. Neler hissediyorsun bana anlatır mısın?” diye sorar. Zindan arkadaşı Namık Kemal’e: “Sen yazdıklarını okudukça sakalın sallanıyor. Ben de sakalın sallandıkça köyümdeki keçimi hatırlıyorum. Onu çok severdim” diye karşılık verir. Namık Kemal bu cevap karşısında yıkılır. Çünkü ne sandı, ne buldu?
Sözü anlayabilmek için göz ve kulaktan çok kalb ve gönül lâzım. Hz. Ali’ye (r.a.) isnâd edilen şöyle bir söz vardır: “Kalbden çıkan söz kalbe ulaşır. Ağızdan çıkan söz kulak duvarını aşamaz.” Bir söz gönülden çıkıyorsa mutlaka adresine, kalbe ulaşır. Sözün tesirli olabilmesi aynı zamanda karakter ve şahsiyette model olmakla irtibatlıdır. Bir söz ağızdan çıkıyor ise kulak duvarını aşamaz. Söyleyen de önemli, dinleyen de. Söyleyenin gönülden ve samimiyetle söylemesi, dinleyenin de gönülden kulak vermesi son derece mühim. Nitekim Eşrefoğlu Rûmî der ki:
Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin.
İnsanoğlu kendisini nasıl biliyorsa karşısındakini de öyle zanneder; sözü gönlündeki duygulara göre algılar ve yorumlar. O yüzden herkese anlayabileceği sözleri söylemek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak İslâmî hassâsiyettendir. Kılıç kullanılacak yerde ihsân; ihsân edilecek yerde kılıç olmaz. Kerîm olana kerem, leîm/kötü olana levm/kınama yaraşır. Nezâketten anlayana nezâketle muâmele etmek edeb gereğidir. Ama nezâketten anlamayan, te’dîb isteyene de te’dîb göstermek gerekir. Ziyâ Paşa’nın Terkîb-i Bend’inde dediği gibi:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr,
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Allah Teâlâ, Firavun’a karşı bile yumuşak söz söylemenin önemine dikkat çeker. Bu bir çelişki değil, belki diplomasidir. Mûsâ ve Hârun (a.s.)’ı, Firavun’a, inkârdan vazgeçirmek üzere gönderdiğinde buyurur ki: “Sen ve kardeşin, âyetlerimle Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya haşyet duyar.”
Yumuşak söz söylemenin, hüsn-i muâmelenin beşerî münasebetlerde büyük etkisi vardır. Gönüller için, yumuşak söz kadar tesirli ve kurtarıcı başka bir şey yoktur. En öfkeli insana hilm ile yaklaştığınız zaman yumuşadığını görürsünüz. Onun için Allah Teâlâ Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin buyurmaktadır.
Şâirin sözünün değerini şâir olanlar anlar. “Şâiri mutlu eden şiirden, sözden anlayanların alkışlaması; yıkan ise şiirden anlamayanların alkışlayıp anlayanların susmasıdır.” Şiirden anlayan şiir karşısında susar, söz söylemez, buna mukabil anlamayanlar alkışlarsa şâir: “Eyvah! Ben, bu işi becerememişim” der. Şiiri, ancak şâir olan anlar ve takdîr eder.
Hatîbi konuşturan muhâtabıdır. Ehlullahın: “Ne kadar alıcıysanız, o kadar satıcıyım” sözü bu anlamadır. Hatîbin söyledikleri, muhâtabının kulağına, yüreğine ve kalbine ne kadar ulaşıyorsa, o kadar ilgisini çeker. Dinleyenin ilgi ve dikkati hatibi coşturur. “Söz göze verilir” ifadesi muhatabın gözündeki canlılığın hatibi ateşleyeceğini anlatır. Dinleyende kabiliyet yoksa yapılacak bir şey yok. Bu mânâda Şeyhü’l-İslâm Yahyâ Efendi’ye nisbet edilen şöyle bir beyit vardır:
Bilmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye
Söyletir mi yok cihanda, bilmeziz söyler mi yok?
Tûtî/papağan gibi söz söyleyecek birini bilmiyoruz? Acaba söyleten mi yok, yoksa dinleyicilerde mi bir kusur var?
Her işi ehlinden sormak ya da ehline söylemek lâzımdır. Ehil olmayan kimselere sorduğunuz ve onların îzâhlarına kandığınız zaman yeterli cevabı bulamazsınız. Anlamayana söylediğiniz şeylerde de zorlanırsınız. Bu yüzden aynı dili konuşan ve anlayan insana ihtiyaç vardır. Nitekim Mesnevî’de şöyle bir hikâye anlatılır:
Bir Türk, bir Arap, bir Acem ve bir de Rum birlikte yolculuk ederlerken birisi kendilerine “bununla bir şeyler alırsınız” diyerek bir miktar para verir. Dört adam ve dördünün dili de ayrı. İhtilâfa düşerler. Fars olan der ki:
“Bu parayla «engür» alalım.” Türk der ki:
“Olmaz «üzüm» alalım.” Arap der ki:
“Olmaz «ineb» alalım.” Rum olan ise:
“«İstafil» alalım” der.
Birbirlerinin dilini, sözlerini, konuştuklarını anlayamadıklarından her kafadan ayrı bir ses çıkar. Herkes kendi istediğinin olmasını ister, birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Nihâyet erbâb-ı lisân birini bulurlar. Derler ki:
“Bizim problemimizi çöz, anlaşamıyoruz. Birisi bize para verdi. Onunla ne alacağımız konusunda bir karara varamıyoruz.” Dört dili bilen adam hepsine tek tek sorar:
“Sen ne istiyorsun?”
“Engür.”
“Sen ne istiyorsun?”
“Üzüm.”
“Sen ne istiyorsun?”
“İneb.”
“Sen ne istiyorsun?”
“İstafil.” Bu durumu gören erbâb-ı lisân:
“Siz dördünüz de aynı şeyi istiyorsunuz. Çünkü Farsça engür, Arapça ineb, Rumca istafil hepsi Türkçe üzüm demek. Dilleriniz farklı, aynı dili konuşmuyorsunuz. O yüzden anlaşamıyorsunuz, aynı dili konuştuğunuz zaman anlaştınız, hepinizin isteği meğer aynıymış” der.
Bir adam düşünün ki yüz dil biliyor. Karşısında ise onun bildiği yüz dilden birini bile bilen yok. O insanın, onlara derdini anlatması; ifâde-i merâm etmesi ne kadar zordur. Bildiğiniz dili bilen varsa o işe yarar, onun anlamadıklarını siz tamamlarsınız. Ama bildiğiniz bütün diller karşınızdakinin meçhulü ise, siz lâl ü ebkem kalmaya mahkûmsunuz. Nitekim şu Temel hikâyesi bu gerçeği çok güzel ifâde etmektedir:
Temel ile Dursun Sultanahmet parkında oturmaktadırlar. Bu sırada yanlarına bir turist grubu sokulur ve ifade-i meram için İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ya da İspanyolca bilip bilmediklerini sorarlar. Onlar da pek tabi bilmediklerini ifade ederler. Bunun üzerine Dursun, Temel’e dönerek: “Ula Temel, yirminci asrı pitirdük, yirmi birinci asra girdük. Artık bir yabancı dil öğrenmemiz lazım da…” der. Temel de gayet serinkanlı şu cevabı verir: “Adam peş dil biliy, derdini anlatamadı da sen pi dille mi analtacasun oni.” Doğru, karşınızdaki bilmeyince sizin bilmenizin anlamı yok.
Söz söylemek, aslında ifade-i meram etmek kadar, zaaf ve kabiliyetlerin ortaya çıkması demektir. Çünkü söz ve konuşma kişinin irfânını ya da noksanını ortaya koyar. O yüzden ehl-i irfân söz söylemeyi beceremeyenlere sükûtu tavsiye ederler:
Biliyorsan konuş, ibret alsınlar
Bilmiyorsan sus, adam sansınlar.
Bunlar bizim irfân mektebimizin ve söz medeniyetimizin incileridir. Bilen insanların bilgilerini başkalarıyla paylaşması, bilmeyenlerin de sükût ile kendi kariyerlerini muhâfazası noktasında güzel nasîhatlerdir. Güzel konuşmak aslında susmayı öğrenmeye bağlıdır. Allah Teâlâ çok dinleyip az konuşması için insana iki kulak, bir ağız vermiştir.
Her söz herkese söylenmez. Çünkü söz ok gibidir, ağızdan çıktıktan sonra bir daha geri dönmez. Kişi, sözü söylemeden önce ona hâkimken, söyledikten sonra sözüne mahkûm olur.
Söylenecek sözün yerini ve mahallini bilmek de önemlidir. Sözü yerinde kullanmanın adı belâgat, güzel söylemenin adı ise fesâhattir. Konuşmanın hem beliğ hem de fasih olması için lafız ve mânâsının düzgün olduğu kadar yerinde olması gerekir. Yerinde söylenen söz çok ciddî tesirler icrâ eder. Bu mânâda sözün güç ve etkisini Yûnusumuz ne güzel dillendirir:
Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı
Söz ola âğulu aşı / Yağ ile bal ede bir söz.
Önemli olan her sözü her yerde değil, anlayanların bulunduğu yerde söylemektir. Anlamayanların ya da halden anlayanların meclisinde bazen susmak bile en iyi hitâbettir. Özellikle dinleyende kâbiliyet olmadığı zamanlarda susmak, konuşmaktan daha iyidir. Çünkü anlamayanlara söylenen söz ayağa düşer; kadr u kıymeti bilinmez. Farsça’da bu mânâda şöyle bir şiir vardır:
Her sözün vakti, her nüktenin yeri var,
Dilsizlerin dilinden ancak anaları anlar.
Sözün yükselmesi için hem konuşanın, hem de dinleyenlerin seviyesinin yükselmesi lâzım. Seviye ne kadar yükselirse konuşulacak kelimeler, söylenecek sözler de o kadar artar. Kelime sayısının artması kültür seviyesini ve gelişmişliği; azalması da fakirlik ve kısırlığı gösterir. Dolayısıyla sözü ve dili geliştirmek, kültür ve birikimi geliştirmek demektir.
Kişinin kalite ve özü, dil ve sözünün altında saklıdır. Konuşma ve sözü edebli olanın gönül dünyası da edeblidir. Kur’an’a muhatap olan insanın, Kur’an ahlâkıyla ve Hz. Peygamber’in hayatıyla şekillenmesi, sözünü de, özünü de değerli kılar. Öz değerlendikçe, söz de kıymet bulur. Çünkü söz, özün tercümanıdır.

Top